18 Mayıs 2010 Salı

TAZE GIDALLAR



Taze gıdalar her zaman güvenle kullanabileceğiniz en sağlıklı gıda çeşitlerindendir. Bu nedenle donmuş gıdaları tercih etmeyin. Alışverişinizi süpermarketten yapı­yorsanız, aldığınız gıdaların taze olmasına özen gösterin. Bazı gıda maddeleri bir şehirden başka bir şehire ya da bir ülkeden başka bir ülkeye getirilirken, uzun bir süre nakliyat kamyonunun arkasında bekler. Meyve ve sebze gibi gıda maddeleri nakliyat sırasında uzun bir süre depoda bekletilirse, eski besin değerini kaybeder. Süpermarketten alacağınız olgunlaşmamış, taze meyve ve sebzeleri güneş ışığı gö­ren pencerenizin kenarında bekleterek olgunlaşmasını sağlayabilirsiniz. Bu şekil­de yediğiniz meyve ve sebzenin tazeliğinden de emin olmuş olursunuz.

Özellikle organik meyve ve sebze satan manavları tercih edin. Manavlarda sa­tılan meyve sebzeler süpermarketlerde satılanlara oranla daha taze kalır. Organik .meyve ve sebze üreten bazı firmalar “kapıya teslim” hizmeti de sunmaktadır. Çok yoğun çalışan biri iseniz, kapınıza kadar tazecik gelen ve dalından yeni kopmuş meyve ve sebzelere neden hayır diyesiniz ki?

Yiyeceklerin besin değerini korumak için…
Dalından hemen koptuktan sonra dondurulan meyve sebzeler tazeliğini korur. Dondurulan yiyecekler besin değerini daha uzun bir süre koruya­bilir. Hazırladığınız yiyeceği birkaç gün sonra yemeyi planlıyorsanız, buz­luğunuza koyabilirsiniz. Ancak bazı meyve sebzelerin dokusu dondurul­duktan sonra değişmektedir. Bu nedenle dondurduğunuz bazı sebze ve meyvelerin dalından yeni kopan sebze ve meyvelerle aynı görüntüde ol­masını beklemeyin.
■ Konserve meyve ve sebzelerin besin değeri azalmaktadır. Su, meyve suyu ya da şurup içinde bekletilen meyveler de besin değerini büyük ölçüde yitirir.


Konserve somon ve ton balığı gibi balıklar besin değerini yitirmektedir. Balığın içerdiği temel yağ asitleri konserveleme işlemi sırasında özelliğini yitirmektedir. Yağ ve tuzlu su yerine saf su kullanılarak konservelenen ba­lıkların besin değeri daha yüksektir.
■ Organik sebze ve meyvelerin kabuklarını da yemeyi ihmal etmeyin. Mey­ve ve sebzelerin besin değerleri kabuklarında saklıdır. Organik olmayan meyve ve sebzelerin kabuklarını özenle yıkayın. Bazı uzmanlar organik olmayan meyve ve sebzelerin kabuklarının mutlaka soyulması gerektiğini ileri sürmektedir. Portakal ve mandalina gibi meyvelerin kabuklarını bol su ile yıkayın. Portakal ve mandalina gibi meyvelerin kabuklarında bulu­nan toksik maddeler, kabuk soyma işlemi esnasında meyvelerin içine iş­leyebilir. Bu nedenle meyveyi yıkadıktan sonra ellerinizi tekrar yıkayın ve meyveyi soymaya başlayın.
■ Meyve ve sebzeleri, yemeden birkaç dakika önce yıkayın ve soyun. Meyve ve sebzeleri sofraya oturmadan 2-3 saat önce yıkar, soyarsanız besin de­ğerinin bir kısmını yitirmiş olursunuz.

Özet olarak


Gerekli görürseniz, hayat tarzınızda ve beslenme tarzınızda değişiklikler yapabilir­siniz. Sağlıklı beslenmek için atacağınız her adım çocuğunuzun ileriki hayatını olumlu yönde etkileyecektir. Bu bölümde kullanılan anahtar kelime “denge”dir. Dengeli beslenme sağlıklı bir çocuk yetiştirmenin ön şartıdır. Seçeceğiniz sağlıklı gıda maddeleri ve rafine olmayan, kimyasal işlemlere maruz kalmayan her türlü taze yiyecek ve içecek çocuğunuzun modern hayatın gereksinimlerine daha kolay ayak uydurmasını sağlayacaktır. 21. Yüzyılın en büyük sorunu fast-food türü gıda­lar, abur cubur ve işlemden geçirilen yiyeceklerle beslenmedir. Modern yaşamın gerektirdiği hayat tarzından elinizi eteğinizi çekmeniz gerektiğini söylemiyoruz. Hayatınızı daha sağlıklı bir hale getirmenin yollarını aramalısınız. Modern hayat birçok işimizi kolaylaştırmaktadır, ancak sağlığımızı bozan unsurların birçoğu da modern hayatın bizlere empoze ettiği hayat tarzının sonucunda ortaya çıkmakta­dır. Çocuğunuz ne kadar sağlıklı beslenirse, vücudu o kadar iyi çalışır ve modern hayatın koşullarına o kadar fazla uyum sağlar. Çocuğunuzun sağlıklı beslenmesi konusunda %80 oranında başarı kazandıysanız, geriye kalan %20′lik başarısızlık (bazı durumlarda tüketilen fast-food türü gıdalar) çocuğunuzun sağlığını olumsuz yönde etkilemeyecektir. Sağlıklı beslenen bir çocuk daha kolay konsantre olur, da­ha çabuk büyür, hastalıklara karşı daha çok direnç kazanır. Bu sayede de parlak bir geleceğe sahip olur.

Çocuğunuzda Davranış Bozukluğunu Önleyebilirsiniz

Çocuk yetiştirmek çok büyük özveri, emek ve özen ister. Çcukların kişilikleri anne, baba ve bakıcı konumunda olan en yakınındaki kişilerin etkileriyle oluşur. Aynı şekilde çocuğa yaklaşım, tutum ve davranışlarda psikolojik durumunda etkilidir.

Elbette hiçbir ebeveyn çocuğunun sorunlu olmasını istemediğinden bilinçli yanlışlar yapmayacaktır. Ancak çocuk eğitiminde doğru bilinen yanlışlar da ne yazıkki çok fazla düzeydedir.

Siz de Psikolog Ramazan Boyacı’nın önerileriyle çocuğunuzun davranış bozukluklarını önleyebilirsiniz. Psikolog Ramazan Boyacının önerileriyle doğru yaklaşımlar için yapılması gerekenler:

- Çocuğunuzun dünyasına girmeye çaba gösterin ve onunla konuşun, dinleyin. Bu sayede duygularını keşfedebilirsiniz.

- Çocuğunuza karşı her zaman hoşgörülü ve kararlı olmalısınız.

- Her konuda “neden” yerine “ne” “nasıl” sorularını yöneltin. Bu sayede çocuğunuz düşünce gücünü geliştirebilir ve kendince çözüm arayışlarına girmesi de sağlanabilir.

- Çocuğunuz ile konuşurken kullandığı sözcükler sayesinde duygularını anlayabilirsiniz, duygularını önemsemelisiniz.

- Her zaman tutarlı tavır sergilemelisiniz. Aile olarak belirlediğiniz size özgü ve anlaşılabilir, değişmeyen kurallarınızı anne-baba birlikte belirleyin ve aynı yönde davranın. Her zaman “evet” dememelisiniz, “hayır” demeyi kuralınca bilmelisiniz.

- Çocuğunuzu asla başka çocuklarla kıyaslamamaya özen gösterin. Çocuğunuz sizin için özeldir ve onun özel olduğunu bilmesi gerekir. Bunu hissettirin.

- Zaman zaman sorunlar olduğunu düşünüyorsanız, sorun oluşturabilecek etkenleri bulmalısınız. Sorun oluşturan tavırların mutlaka bir sebebi vardır.

- Çocuğunuz hata yaptığında, hatasını yüzüne vurmak yerine yakınlık kurarak hatasını uygun bir konuşmayla anlamsını sağlayabilirsiniz. Böylece hatayı düzeltme şansı da verilmiş olur.

- Sevginizi davranışlarınız dışında sözcüklerle de ifade etmeyi ihmal etmeyin. Onu karşılıksız sevdiğinizi hissettirin.

- Evde herhangi bir konuda sorun olduğunda çocuğunuzun da çözüm önerilerini sunmasına izin verin, önemseyin ve dinleyin.

Göz Akı İltihaplanması

Konjunktivit gözün ak tabakasının iltihaplanmasıdır. Göz akı, göz kapakları ile göz bebeği arasındaki beyaz tabaka ve göz kapaklarının iç yüzeyini kapsamaktadır; bu bölgeye bağlayıcı doku derisi de denir. Konjunktivitin en belirgin özelliği gözlerin kı-zarmasıdır. Konjunktivit çocuklarda daha yaygın olarak görülür.

Bahar nezlesi (çiçek polenleri) nedeniyle gözler yaşarır, kızarır ve kaşıntıya sebep olur. Gözde yabancı bir madde varmış gibi bir his (göz yaşarması) yaşanabilir. Göz kapaklarında yanma, ya­pışma ve çapak oluşur. Bulaşıcı konjunktivit, adından da anlaşılabileceği gibi, bula­şıcıdır; çocuğunuzun ellerini temiz tutun, havlusunu ve yastığını ayırın.

Bakteriyel konjunktivitin en belirgin özelliği gece uykusu süresince yapışkan bir hal alan sarı renkli bir akıntıdır. Viral konjunktivit çok fazla akıntıya neden olmaz; alerjik vakalar­da, göz kapakları şişer ancak akıntıya rastlanmaz. Konjunktivit hastalığının her çeşi­dinde gözler kızarır; bu nedenle “pembe göz” adı verilen sendrom yaşanır.

Göz Akı İltihaplanması (Konjunktivit) için önerilen modern tıp tedavileri

Antibiyotik maddeler içeren göz damlaları ve merhemler kullanılmaktadır. Viral konjunktivit ilaç kullanılmadan kendiliğinden geçer. Alerjik konjunktivit “antihis-tamin” içeren göz damlaları ile tedavi edilir, özellikle de “kortikosteroid” madde içeren göz damlalarının kullanımı uygundur.

Doğal sağlık tedavileri:

• Sürekli nükseden konjunktivit vakalarında uzun vadeye yayılan homeopati te­davileri sürdürülmelidir. Aşağıda kısa süreli olarak uygulayabileceğiniz bazı homeopati tedavileri açıklanmaktadır:
• Yanan ve kaşınan gözler için göz otu kullanabilirsiniz. Göz otunu pelte ha­line getirerek kaşıntılı gözlerin üzerine de sürebilirsiniz.
• Göz kenarında biriken ve balgama benzeyen sıvı için rüzgârgülü bitkisini kullanabilirsiniz.
• Enfeksiyonu gidermek için homeopati alanında kullanılan “Hepar sulf.” adlı maddeyi kullanabilirsiniz.
• Rezene tohumlarını göz banyosu için kullanabilirsiniz. Tohumları kaynatarak kullanın.
• Gözü temizlemek için ballı su kullanılabilir. Ballı su enfeksiyon sorununu çözer ve iyileşme sürecini hızlandırır.
• Ekinezya, göz otu, altın mühür otu ve ada çayı gözdeki sorunun çözülmesine katkıda bulunur. Bu bitkileri ayrı ayrı demleyerek içebilirsiniz. Ekinezya doğal bir antibiyotiktir, bağışıklık sistemini güçlendirir.
• Papatya, yonca, göz otu ve altm mühür ayrı ayrı demlenerek göz banyosu için kullanılabilir.

Faydalı terapiler

Homeopati, herbalizm, besin terapileri, geleneksel Çin terapileri.

Evde yapabilecekleriniz :

• Çocuğunuzun göz kapaklarını zeytin yağı ile silin. Göz kenarında oluşan ka­buklanmaların daha kolay çıktığım göreceksiniz.
• Yonca ya da göz otu çayına batırdığınız pamuklu mendili çocuğunuzun gözle­rine sürün. Her göz için ayrı bir bez kullanın. Göze kaynar su tatbik etmeyin.
• Çocuğunuzun gözleri kaşınıyorsa, gözlerinin üzerine birer salatalık dilimi yer­leştirin. Çocuğunuzun bir müddet hiç kıpırdamamasını ve salatalık dilimleri­ni yere düşürmemesini sağlayın. Çocuğunuz salatalık dilimlerini yere düşürüyorsa, başka bir önlem almanız gerekmektedir. Salatalığın suyunu çıkarın ve elde ettiğiniz suyu çocuğunuzun gözlerine sürün.

Gözde Çapaklanma

Çapaklanma gözlerde oluşan hafif bir enfeksiyon nedeniyle akan sarımsı renkli bir akıntı ve kabuk bağlama durumlarıyla karakterizedir. Çapaklanma genellikle do­ğumdan sonraki ilk hafta görülür ve akacak olan gözyaşı kanalının tıkanması sonu­cunda ortaya çıkar. Çapaklanma çok ciddi bir vaka değildir ve genellikle kendiliğin­den geçer. Yaşı büyüyen bir çocukta görülen çapaklanma konjunktivitin bir belirti­sidir. Konjunktivit bir çeşit göz iltihaplanmasıdır. Bebeklerde olduğu gibi, çocuklar­da da görülen çapaklanmanın nedeni de gözyaşı kanalının tıkanması olabilir.

Çapaklanma için önerilen modern tıp tedavileri
Çoğu doktor akıntının giderilmesi için göz banyosunu tavsiye eder.

Doğal sağlık tedavileri
* Çapaklanma hiç geçmeden devam ediyorsa aşağıdaki tedaviler uygulanabilir: » Rüzgârgülü bitkisi gözde biriken çapakların tedavisinde kullanılabilir.
* Homeopati alanında kullanılan “Hepar sulf.” adlı madde enfeksiyonların tedavisinde uygundur.
* Göz otu bitkisi ezilerek pelte haline getirildiğinde ve soğutularak gözlere sürüldüğünde çapaklanmaya iyi gelir. Kaynamış suyun içine karıştırılan göz otu ile çapaklanan gözler yıkanabilir.
* Papatya göz temizliği için kullanılabilir (Gözün kenarları ve gözün dış kı­sımları papatya suyu damlatılmış bir süngerle silinebilir) ve bu sayede en­feksiyon riski azaltılabilir.
Faydalı terapiler
Homeopati ve herbalizm.

DİŞ ÇIKARTMA

Birçok çocuk 4-6 aylıkken diş çıkarmaya başlar. Çocuklar 2-3 yaşına gelene kadar diş çıkarırken birtakım sorunlar yaşayabilir. Diş çıkarmak huzursuzluk ve asabiyet gibi duygusal durumlara neden olabileceği gibi ishal ve uykusuzluk gibi fiziksel sorunla­ra da yol açabilir. Bazı uzmanlar diş çıkarmanın bebeğin sağlığını olumsuz etkileyen bir etken olmadığını savunsa da, anneler kendi tecrübelerine dayanarak diş çıkarmanın birçok olumsuzluğa neden olduğu konusunda sürekli şikâyet etmektedir.

Diş Çıkarma nedeniyle ortaya çıkan sorunlar için önerilen modern tıp tedavileri
Doktorlar diş halkaları ve diş jeli kullanımını önermektedir.

Doğal sağlık tedavileri:
Poli vinil klorür (PVC) maddesini içermeyen diş halkalarının kullanımı uygun­dur. Uyku sorununuz varsa, bebeğinizi bir beşikte hafifçe sallayarak uyutabi­lirsiniz.
- Homeopati alanında sıklıkla kullanılan papatya diş çıkarma esnasında da kul­lanılabilecek bir bitkidir. Bebeğinizi rahatlatmak ve diş acısını gidermek için günde en fazla 6 kere papatya kullanabilirsiniz. Papatyayı ne şekilde kullana­cağınızı tecrübeli bir homeopati uzmanından öğreniniz.

- Bach çiçek esansları ile yapılmış ve diş için özel olarak üretilen kremleri kulla­nabilirsiniz. Kıyafetlerinin üstüne damlatacağınız birkaç damla lavanta esan­sı da bebeğinizin kendisini daha iyi hissetmesini sağlayacaktır.
- Bebeğinizin küvet suyuna birkaç damla papatya ve lavanta yağı damlatın.
- Bir damla papatya yağının içine bir çay kaşığı organik bal karıştırın. Bu karışımı bebeğinizin diş etine sürün. Karanfil yağı antiseptik özelliği nedeniyle diş çıkaran bebekler için de kullanılabilir. Bir damla karanfil yağını birkaç damla zeytin yağı ile seyreltin ve elde ettiğiniz karışımı bebeğinizin diş etine sürün.
Hatmi kökünden elde edilen şurup iltihaplanmış olan diş etine oldukça iyi gelmektedir. Birkaç damla hatmi kökü şurubunu bebeğinize yedireceğiniz ye­meklerin içine damlatabilirsiniz.
- Papatya veya rezene çayı demleyin ve hazırladığınız bitki çayı soğuyana kadar bekleyin. Soğuyan çayı bebeğinize içirdiğinizde, rahatladığını göreceksiniz.

Faydalı terapiler
Herbalizm, homeopati, geleneksel Çin terapileri, kranyal osteopati, masaj, reflek-soloji.

Uyarı
Ateş ve kusma diş çıkaran bebeklerde görülen belirtiler değildir. Bebeğiniz diş çıka­rırken bu belirtileri de gösteriyorsa, mutlaka doktorunuzu arayın.

Düşünme Sisteminizi Değiştirebilirsiniz


İnsanlar duygularının farkında olduğu sürece olumlu yönde değişimler de söz konusudur. Farkındalık geçerli olduğunda ise en önemli yapılması gereken, olumluya dönüştürülmesi gereken düşünce sistemlerinin değiştirilmesidir. Aksi takdirde olumsuz düşünme sistemi olumsuz duygulara ve davranışlara dönüşür. Sonrasında ise insanın tahammülsüz, yaşamın ise son derece keyifsiz hatta çekilmez hale gelmesi kaçınılmazdır.

Bu sonuçlara katlanma zorunda değilsiniz. Öyleyse öncelikle düşünme sistemlerinde değişime başlayabilirsiniz. İnsanları en rahatsız eden duygulardan birisi de kırgınlıklardır. Sonrasında affedip affetmeme konusunda kararsızlıklar başlar. Bu kararsızlığın temelinde ise “affedersem tekrar yapabilir” düşüncesinin yanlışlığı hakimdir. Oysa affetmek unutmak demek değildir. Siz, affederek yaşadığınız olumsuzluğu çok daha iyi hatırlayabilir, bu sayede de anlayabilirsiniz.

Bir diğer düşünce şekli de; “affedersem değişmiş olurum, aslında o değişmeli” yönündeki düşüncedir. İnsanın ne hayatı ne de başkalarını değiştirmesi mümkün değildir. Başkalarını değiştirme düşüncesi sadece kendinize eziyet ve gereksiz vakit kaybıdır. İnsan, yalnızca kendi duygu ve düşüncelerini değiştirebilme gücüne sahiptir.

Ayrıca; hayatın adil olduğu, kötülerin cezalandırıldığı ve iyilerin ödüllendirildiği düşüncesi de yanlıştır. Herkes isteyebilir ancak kimse kimseye hayatın adil olduğu garantisini veremez. Hayat her bir insanın adalet beklentisini karşılama doğrultusunda değildir, belirli dengeler üzerine kurulmuştur.

Güzel bir söz ile tamamlamak gerekirse;

Adalet beklentisi içinde olanlar için: İyi bir insan olduğunuz için dünyanın size adil davranmasını beklemek, vejetaryen olduğunuz için bir boğanın size saldırmamasını beklemek gibidir.

Tuzlu Su Mucizesi


Hiç fark ettiniz mi? Denize girdikten sonra kendinizii dinlenmiş ve arınmış hissettiğinizi. Havuza girdiğinizde ise bunu hissedemezsiniz. Bunun sebebi sudaki tuzdur.

Tuzlu su bedende birikmiş negatif elektriği iletkenliği sayesinde sizden alır götürür. Sizler de akşam eve geldiğinizde bütün günün üzerinizde bıraktığı ağır etkiler ve stresten kurtulmak için yada toplantı, sınav gibi üzerinizde gerilim yaratan durumlardan önce ellerinizi bir miktar ( 1 litre suya iki çorba kaşığı tuz yeterli ) tuzlu suyla yıkadığınızda bu birikmiş olan negatif elektrikten kurtulur ve arınırsınız.

Her akşam eve geldiğinizde ellerinizi sabunlamadan önce, banyonuzda lavabo yanında hazırlayıp bıraktığınız bir miktar tuzlu su ile yıkamak yeterli olacaktır. Belirtmeliyiz ki REİKİ ve şifa ile uğraşan kişiler de seans öncesi ve sonrası bunu uyguladıklarını, bu sayede kendilerini ve uygulatıcıyı korumada büyük fayda sağladığı belirtiliyor. Duş alırken de ara sıra tuzlu suyu başınızdan aşağıya dökerseniz tam ve net sonuçlar alırsınız. İş dönüşü ayaklarınızı tuzlu suyla yıkamak tahmin ettiğinizin ötesinde bir fayda sağlar.

Şarabın Kimyasal Gövdesini Oluşturan Fenoller

Şarabın faydaları bilinmekle birlikte ölçülü olmak kaydıyla bazı hastalıklar için de önerilebiliyor. Şarap ilaç değildir sadece keyifle içilebilen mükemmel lezzette içkidir. Özellikle Fransa’da beslenmede hayvansal gıdaları ve yağları fazlaca tükettikleri halde diğer toplumlara nazaran kalp-damar hastalıkları görülme oranı daha düşüktür. Uzmanlar dikkatle araştırdıklarında şarap tüketimiyle ilgili olduğunu ortaya çıkarmışlardır.

Şarapta alkollü içkilerde bulunmayan fenol bileşkenleri vardır, özellikle kırmızı şaraptaki fenoller beyaz şaraptaki fenollerden on kat fazladır.Şarabın buruk tadı ve yıllanma özelliği kimyasal yapısındaki fenollerin etkisiyle oluşur. Fenol adlandırılan bileşkenlerin en bilineni tanenlerdir. Tanen ise ağızda burukluk hissi veren ve üzüm kabuklarında, saplarında ve çekirdeğinde bulunan maddedir. Bu tanenlerin oranı beyaz şaraba oranla kırmızı şarapta daha fazla bulunur.


Nefes aldığımızda havada bulunan zararlı maddeler ile oksijen, vücutta toksik yani zehirli etkilere sahip olan ve serbest radikal denilen maddeleri oluşturur. Bazı oksidanlar vücudumzda da üretilir ama gıdalarla aldığımız antioksidan olarak nitelenen kimyasal maddeler toksik maddelere etki ederek zarar vermesini engeller.

Doğada neredeyse meyve ve sebzelerin çoğunda bulunan ve antioksidan yönünden zengin olan fenoller şarapta daha yüksek oranda bulunmaktadır ayrıca fenollerin etil alkol ile etkileşimi sayesinde daha da aktif olabildiği bilim adamlarınca öne sürülmektedir. Şaraptaki antioksidan etkinin, E vitamininden de daha fazla etkilere sahip olduğu belirtiliyor. E Vitamini bilinen en güçlü antioksidan deposudur.

Şarap yeryüzünde binlerce yıldır tüketilmektedir. Sağlığa etkileri açısından incelendiğinde ise yaklaşık on yıldır bilimsel araştırmalar sonucu şarabın faydaları ortaya çıkmaktadır.

Bilinen bazı faydaları ise şöyle özetlenebilir:

Şarabın içeriğindeki bazı kimyasallar kan akışını hızlandırırken dolaşımı güçlendiriyor ve bazı tümörlerin gelişimini önleyebiliyor. Sindirimde besin zehirlenmelerine karşı direnci artırıyor. Vitamin ve mineral yönünden zenginliği ve yüksek kalorisi ile soğuk algınlığına iyi geldiği de bilinmektedir.

Yalnız tekrar önemle belirtmeliyiz ki; şarap ilaç değildir ve dozunda tüketilmelidir. Ölçüsüz tüketildiğinde istenmeyen sonuçlara sebep olacağından antioksidan özelliği göz önünde bulundurularak tüketilmesinde fayda vardır

TURNİKENİN UYGULANMASI:


TURNİKENİN UYGULANMASI:

1] Parçayı turnikeyi uygulayacağınız yerin çevresinde ikikez dolayın ve bir düğüm atın.

2) Bu düğümün üzerine bir tahta parçası ya da benzeri bir şey yerleştirin ve üzerine iki düğüm atın.

3) Tahta parçasını kan duruncuya kadar çevirerek turnikeyi sıkıştırın.

4) Tahta parçasını turnikenin geri kalan ucuyla ya da başka bir kez parçasıyla sabitleştirin.

Ortopedi


Ortopedi, cerrahinin kemik ve kaslardaki biçim bozukluklarının düzeltilmesini konu alan dalı. Eskiden yalnız çocuklardaki biçim bozukluklarının düzeltilmesi anlamında kullanılan ortopedi teriminin kapsamı günümüzde genişletilmiş ve her yaştan kişilerde görülen kemik ve kas bozukluklarının düzeltilmesi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu tür biçim bozukluklarının, kırık ve çıkıkların ameliyatla ya da germe, vb. özel yöntemlerle düzeltilmesini konu almaktadır.

ŞOKTA İLK YARDIM


ŞOKTA İLK YARDIM: Hasta yatırılmalıdır. Ancak bu pozisyonda kan, en çok gerekli olduğu baş ve göğüs bölgesine bol miktarda gelebüir. Yatma pozisyonu, iç organlarda ya da başta yaralanma ya da kırık olduğu zamanlarda en uygun pozisyondur. Eğer hasta soluk almada güçlük çekiyorsa göğsü ve başı yukarı doğru kaldırılmalıdır.

Aşağıda belirtüen durumlar dışında eğer kan kaybı büyük ya da yaralanma ciddiyse vücudun alt bölümü yükseltilmelidir. Bu işlem için sedyeyi ya da yatağı uç taraftan 20-30 cm. kaldırmak yeterlidir. Eğer hasta yerde yatıyorsa yastık ya da benzeri şeylerle vücudun alt bölümü yukarı doğru kaldırılır. Hastanın başında yara olduğu, soluk alma güçlüğü oluştuğu ve yükseltme sonucu acı çektiği zaman yükseltme işlemi yapılmamalıdır. Daha hafif yaralarda, örneğin bilek kırığında yükseltme zararlı olmamakla birlikte, gereksizdir.

Eğer hasta yerde yatıyorsa altına bir battaniye koyulmalıdır. Çevrenin sıcaklığına göre, terlemeyeceği bir biçimde örtülmelidir. Sıcak günlerde ya çok ince bir örtü örtülmeli ya da hiçb’r şey örtülmemelidir. Hastanın üşümeyecek derecede serin tutulması en uygunudur. Hastaya sıcak su şişeleri ya da termoforla dışarıdan sıcaklık vermek genellikle zararlıdır. Bunlar çok soğuk havalarda ve donmayı önleyecek ölçülerde battaniye yoksa kullanılabilir. Ancak hastanın yanmaması için büyük özen gösterilmelidir. Sıcaklığı kontrol ederken bunun hastanın teni üzerinde uzun süre kalacağı göz Önüne alınmalıdır (bir-iki saniyede fazla sıcak olduğu hissedilmeyen bir şey hastanın derisini, uzun süre temas halinde bulunduğundan, yakabilir}. Normal olarak hastanın teni sıcaklığa dayanamasa da, bilinçİi olsun ya da olmasın yanığın oluştuğunu hissetmeyecektir. En uygunu, dışarıdan verilen sıcaklığın derecesinin vücut sıcaklığının çok az üstünde olmasıdır. Isıyla ilgili dikkat edilmesi gereken başlıca ilke şudur: Fazla sıcağa gerek yoktur ancak vücut sıcaklığının büyük ölçüde kaybolması önlenmelidir.

Eğer tıbbi yardım yarım saat içinde gelebiliyorsa ilk yardımı yapan kişinin, hastanın susuzluğunu gidermek dışında yapması gereken bir şey yoktur. Ancak hasta bilinçsiz ya da yarı bilinçli ise, mide bulantısı varsa ya da karın bölgesinde yarası varsa herhangi bir sıvı verilmemektedir. Soğuk ya da sıcak olmayan su en iyi sıvıdır. Diğer içecekler mide bulantısına, hıçkırığa yol açabilir. Alkollü içkiler de verilmemelidir. Hastaların durumu çeşitlilik gösterdiğinden verilmesi gereken sıvı miktarı için belirli bir kural yoktur. Eğer tıbbi yardımın gelmesi gecikiyorsa başta yalnızbir kaç damla verilmelidir. Hastanın isteğine bağlı olarak bu yarım bardağa kadar artırılabilir. Büyük kan kaybı olduğunda hasta genellikle susuzluk hisseder ve kısa aralıklarla su içmek ister. îlk yardımı yapan kişi hastanın kusmayacağı dozlarda ve aralıklarda su vermelidir. Hasta kusar ya da bulantı başlarsa sıvı verilmemelidir. Eğer tıbbi yardım gelemiyor ya da gecikiyorsa 15 dakikada bir içine yarım çay kaşığı yemek sodası ve yarım çay kaşığı sofra tuzu koyulmuş yarım bardak su verilmelidir. En geç bir saat içinde tıbbi önlemlerin ahnması gereklidir.

16 Mayıs 2010 Pazar

YAŞLANMA VE HORMONLAR:


YAŞLANMA VE HORMONLAR: Geçmişte çeşitli bilim adamları, yaşlanma olgusunun endokrin sistemde oluşan değişmeler sonucu ortaya çıktığı görüşünü savunmuşlardır. Fakat bugünkü bilgilerimizin ışığı altında böyle tek boyutlu bir yaklaşımın ne derece etkisiz kaldığını görmekteyiz. Bunun da ötesinde örneğin bir hormonal gerileme olayı olan menapoz olgusunu ele aldığımızda, yumurtalıklarda işlev gerilemesi ve östrojen hormonları salgısının azaldığını görürüz. Fakat bu durum, yaşlanma ile ilgili

endokrin değişmeler için bir kural değil de, kuraldışı bir örnek oluşturur. Diğer hormonların ise bu durumun karşıtı olarak ve bir genelleme yapabilecek biçimde yaşlanma sürecinde bir azalma göstermediklerini belirtmek gerekir. Fakat bu konuda unutulmaması gereken önemli bir nokta da yaşlanma sürecinde iç organlarda oluşan işlevsel değişikliklerin etkisi ve organizmanın genel statüsünün değişmesi sonucunda hormonların sentezi, salgılanması ve etki mekanizmasında da bazı değişmelerin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle de yaşlanma ile ilgili olarak oluşan endokrin değişmelerde, hastalık kavramının ne olduğunu ve bunun karşıtı olan fizyolojik değişmelerin ne olduğunu iyi kavramak gerekir. Önemle üzerinde durmamız gereken bir konu da fizyolojik ve biyokimyasal klinik testlerin her zaman tam anlamıyla yaşlanmaya bağlı değişmeleri saptamakta yeterli olamadıklarıdır. Herhangi bir hormonun yaşlanma sürecinde kandaki düzeyinin değişmeden kalması, herhangi bir fizyolojik değişmenin söz konusu olmadığının kanıtı değildir. Kandaki hormon düzeyleri bir dizi olayın dengede bulunmasının yansımasıdır. Hormonun kandaki yoğunluğunun değişmeden kalması, her zaman belirli oranda sentezlenmesinin sonucu olmayabilir. Hormonun kullanımı azalmış olabilir, buna bağlı olarak sentezi de azahr, fakat kandaki düzeyi değişmez. Hormonların sentezi, kanda taşınması ve yarattıkları biyolojik etkilerin değerlendirilmesi konumuzun şuurlarını çok aşmaktadır. Bu nedenle burada, bazı endokrin bezlerin durumu ve hormon düzeylerinin yaşlanma süreci ile kurulacak ilintileri değerlendirilecektir.

Ön Hipofiz Bezi: İnsanlar üzerinde yapılan incelemeler, bu endokrin bezle ilgili herhangi bir yorum yapmanın çok güç olduğunu göstermektedir. İnsan yaşının ilerlemesi ile Ön hipofiz bezinin kitlesinde en fazla % 20′lik bir azalma gerçekleşmektedir. ” Adrenokortikotropik hormon” ve “Büyüme hormonu” düzeylerinin yaşlanma ile değiştiğine ilişkin belirgin bir kanıt yoktur. Tiroit bezini uyarıcı (TSH) hormonunda azalış ya da artış göstermediği bilinmektedir. Folikül uyarıcı hormon sentezi ise özellikle menapoz aşamasından sonra artış gösterir. Çünkü yumurtalıklarda östrojen hormonu yapımı azalmıştır.

Hipotalamus: Yaşlanma sürecinde hipotalamusta gerçekleşen olaylar oldukça karmaşıktır; bu konuda yorum yapmak da oldukça güçtür. Yalnız sinirsel ileti açısından katekolaminler ve asetilko-linin direkt uyarıcı etkileri yaşlılıkta artmaktadır. Büyüme Hormonu: Yaşa bağlı olmaksızın, dinlenme halindeyken, bir gece aç kalındığında plazmadaki bazal büyüme hormon düzeyleri en hassas yöntemlerle bile saptanamayacak kadar azalır. Yaşlı-genç ayrımı fark etmeksizin, kadınlarda erkeklere oranla bazal deSer olarak büyüme hormonu daha yüksektir. Bu saydıklarımızın yanı sıra, daha birçok özellikleri de değişken olan büyüme hormonunun yaşlanma ile bağlantısını saptamak güçtür. Tiroit Bezi: Tiroit bezinde yaşlanma sürecinde ortaya çıkan anatomik değişiklikler en düşük düzeydedir. Çünkü yaşlılıkta da, sağlıklı kişüerin tiroit bezleri gerektiği biçimde etkinlik göstermektedir. Hormonal açıdan saptanan azalmalar ise tiroit bezinin gerilemesinden kaynaklanmamaktadır; metabolik etkinliklerin azalması sonucunda ortaya çıkan bir değişikliktir. Adrenal Bezi:Adrenal bezinin yaşlanma ile ilgili olarak gösterdiği yapısal ve işlevsel değişiklikler, türlere özgü niteliktedir. Yumurtlama aşamasındaki alabalığın adrenal bezinin kitlesel hipertrofi-si ve hiper etkinlik göstermesi, belki de en dramatik örneği oluşturmaktadır. însan adrenal bezinde kitlesel bir değişme gözlenememesine karşınbazı mikroskobik farklar vardır. Adrenal bezle ilgili kortizol hormonunun yaşın ilerlemesiyle kandaki düzeyi değişmeden kalmakla birlikte, yayınlanma hızı % 30 oranında azalır. Dehidroe-piandrosteron ve androsteron olarak bilinen adrenal streoit hormonların üretimleri yaşlılıkta azalmaktadır.

Pankreatik Hormonlar – însulin: Glukoz toleransının yaşlanma ile aşamalı olarak azaldığı iyi bilinmektedir. Bu durum insulin düzeylerinin değişmesiyle açıklanmaya çalışılmıştır, fakat bazı çalışmalarda da bunun tersi durumlar saptanmıştır.

Bir başka pankreatik hormon olan glukagonun salgılanmasındaki değişiklik, yaşlanma ile glukoz toleransının azalmasından sorumludur. Gonadlar Testosteron: Bireysel değişikliklerin çok fazla olmasına karşın, cinsel ilginin yetişkin erkeklerde ilerleyen yaş ile paralel bir azalma gösterdiği bilinmektedir. Yaşh kadın ve erkeklerdeki cinsel eğilimlerin, geçmiş yaşam süreçlerinde kazandıkları deneyimlerle yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Yaşlılıkta cinsel etkinlik farklılaşmasının, bazı endokrin işlev değişmelerinden çok, bu olgudan kaynaklandığına inanılmaktadır.

Kan plazmasındaki testosteron düzeylerinin saptandığı ilk çalışmalarda yaşlanma ile hormon düzeylerinde bir azalma olmadığı bulunmuştu. Oldukça yeni çalışmalarda ise durumun farklı olduğu saptanmıştır. Adolesans döneminden erişkin bir birey oluş dönemine kadar, plazma testosteron düzeyleri büyük bir artış gösterir, bunun ötesinde ise 50 yaşma kadar herhangi bir azalma görülmez. 50 yaş smırı aşıldığında ortalama değerlerin azalması söz konusudur. 80-90 yaş grubundaki kişiiurin ortalama testosteron değerleri 50 yaşın altındaki grubun ortalama değerinin ancak % 4O’ı kadardır. °/o 60′lık bir azalma söz konusudur. Burada önemle belirtilmesi gereken bir nokta da, 80 yaşındaki bir erkeğin testosteron düzeyi 20 yaşındaki bir delikanlı ile aynı olabildiği gibi, normal bir kadının sahip olduğu testosteron düzeyi kadar da düşük olabilir.

Hormonun kandaki düzeyinin mutlak değer olarak artıp azalması kadar, fizyolojik olarak aktif biçimde olmasının da önemi büyüktür. Östrojen ve Progesteron: Yaşlanma ile değişken bir paralellik göstermekle birlikte, kadınlarda östrojen hormonu azalması az çok erkeklerdeki testosteron azalışına benzemektedir. Yaklaşık 40 yaş dolaylarında östrojen hormonu salgısı azalmaya başlamakta ve bu durum menapoz olayı ile aşağı yukarı zamandaş olmaktadır. Unutulma-

ması gereken bir gerçek ise zamanlamanın bireyler arasında büyük farklılıklar göstermesidir. Östrojen hormonu salgısmdaki azalma 50-60 yaşlar arasında da sürer. Ondan sonraki dönemde ise hormon düzeyi kararlı kalır. Yaşlı kadınlarda yumurtalıklar östrojen hormon salgısını tümüyle durdurur.

Kandaki Östrojen hormon düzeyleri % 70-90 arasında azalma gösterir. İdrar yoluyla atılan biyolojik olarak aktif hormon düzeyleri ise. menapoz öncesi düzeylerin beşte birine düşer. Yumurtalıkların tümüyle sentezini durdurduğu östrojen hormonu, yaşlı kadınlarda periferik olarak sentezlenmeyi sürdürür. Kadınlarda östrojen hormonunun yanı sıra, az da olsa erkek cinsiyet hormonu, testosteron sentezi ”de yapılır. Erkeklerde ise testosteronun yanı sıra, az da olsa östrojen hormonu salgısı vardır. Yaşlılıkta kadınlardaki testosteron salgısında bir değişiklik olmamasına karşılık, erkeklerdeki östrojen salgısında yaşlanmaya paralel bir azalma görülür.

Erkeklerde testis ve adrenal bezlerinde kayda değer Ölçüde progesteron hormonunun sentezlen-diği görülür. Yaşlanmaya paralel olarak bu hormon düzeylerinde de % 40′lık bir azalma görülür.

Organizmanın endokrin sisteminde, yaşlanmaya paralel bazı değişmeler olduğu bir gerçektir. Tüm endokrin bezlerin ya da aynı bezin salgıladığı tüm hormonların aynı ölçüde etkilendiklerini söylemek yanlış olur. Bütün bunlara karşın, bu konudaki bilgilerimizin oldukça sınırlı olduğunu ve teknik sınırlamaların bir engel oluşturduğunu da akılda tutmak gerekir. Hormonların etkilerini gösterdikleri hedef dokuların da, bu süreç içerisinde yanıt yönünden farklılık gösterebileceğini de belirtelim.

GENÇLİK AŞISI olmalıyız

GENÇLİK AŞISI: Yaşlılık bilimi – Geriyatri ile uğraşan bilim adamlarının sorunu çözümlemek amacıyla yaptıkları gerçekçi yaklaşımlar, bugüne kadar henüz bir gençlik aşısının bulunmasıyla sonuçlanmannşsa da, yaşlanma konusunda pek çok bilimsel gerçeğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Organizmanın endokrin (hormonal) ve imîi üüülojik sistemleri arasındaki bağlantılar v:î duyarlı dengeler dikkatli biçimde incelenmiştir. Araştırmaların ışığında, yaşlılıkta beyin hücrelerinin ölümü ya da bir cinsiyet hormonu olan testosteron düzeylerinin azaldığı gibi olguların statik kavramlar olmadığı anlaşılmıştır. Sağlıklı bir yaşam sürmüş bir kalbin, genç yaşlardakin-den farklı bir biçimde atmadığı ve 70 yaşındaki bir karaciğerin en az 30 yaşındaki kadar işlevleri yerine getirebildiği bilinmektedir. O halde yaşlanmayı doğal bir değişim biçiminde değil de, bazı işlevlerin bozulması, hastalanması biçimini de düşünebiliriz.
Bilimdünyasmda birçok olguda karşılaşıldığı gibi, bu konuda da birbirleri ile bağlantısız gibi gözüken birçok bulgu bir araya getirildiğinde,

gerçek sonuçlara ulaşılmaktadır. Örneğin, beyindeki elektrokimyasal süreçler incelendiğinde, sinir hücreleri arasındaki noradrenalin, dopa-min, serotonin gibi mesajcı moleküllerin oynadıkları roller ortaya çıkmıştır. Bu moleküller insanın günlük ruh durumunu, duygularını, kaslarının etkinliğini ve entellektüel algılama yeteneklerini düzenlemektedirler. Sinirsel iletide rol alan bu moleküllerin yaşlanma olgusu ile ilgisi de parkinson hastalığı incelenirken ortaya çıkmıştır. Zamanından önce oluşan bir dejenera-tif hastalık olan parkinsonizm aslında organik kökenli, dopamin sistemindeki bir bozukluktan kaynaklanan bir hastalıktır. Temel sorun, sorun yaratan ilk aşamanın saptanmasıdır. Bu aşamada hormonal dengeyi bozan ve ileti mekanizmasında ortaya çıkan sorumlu bir aksaklık söz konusudur. Hayvan deneylerinden elde edilen bir bulguya göre de yüksek dozda “L-dopa” (dopaminin sentez maddesi) verilen fareler, ileri yaşlarında bile hala gençlikteki görünümlerini koruyabilmektedirler. Acaba L-dopa olası bir gençlik aşısı mı sorusu hemen akla gelmektedir.

ERKEN YAŞLANMA; PROGERİA VE PARKİNSON HASTALIKLARI

ERKEN YAŞLANMA; PROGERİA VE PARKİNSON HASTALIKLARI: Progeria (Hutchin-son – Gilford Progeria Sendromu): İlk kez 1886 yılında Sir Jonathan Hutchinson tarafından teşhisi konulduğundan bu yana, 60′ın üzerinde hasta da Progeria sendromu bildirilmiştir. Kalıtımsal bir hastalıktır. Her zaman rastlanılan belirtileri şunlardır: Boy kısalığı, boyla oransız kilo azlığı, cinsel gelişim yetmezliği, derialtı yağ azalması, başın yüze oranla büyümesi, küçük çene, saçlı deride damarların belirgin olması, belirgin gözler, “yırtıcı kuş görünümü”, uzamış ve onarmal diş yapısı, kuş göğsü, “ata binme” duruşu, eklem sertliği. Sıklıkla görülen belirtiler ise, kahverengi benekli, buruşuk, kuru, gergin ve ince deri, yüzeysel damarların belirgin oluşu, terleme azalması, kirpik ve kaşların yokluğu, gaga tipi burun, ince dudaklar ve çıkıntılı dudaklardır.

Progeria sendromunu taşıyan çocuklar genellikle normal bebekler gibi kabul edilebilirlerse de, doğumda sendromu gösteren bulgulara sahip olabilirler. Yaşamlarının ilk yılında ileri dereceye varan gelişim yetmezliği oluşur. Özgün bir yüz, derialtı yağ dokusunun azalması, eklem sertliği, kemik ve deri değişiklikleri ikinci yılda ortaya çıkar. Motor ve zihinsel gelişmeler ise normaldir. Tiroit, hipofiz ve adrenal bezlerinin işlevlerinde dikkat çekici bir anomali yoktur. însuline karşı direnç, kollagen doku anomalisi, metabolizma hızının artmış olması ve serum lipidlerinin değişik anomalileri söz konusudur. Progerik hastalarda ateroskleroz oluşumu ve 7-27 yaşları arasında (ortalama 13.4 yıl) kardiyak ya da serebral damar bozukluklarının Ölüme neden olmasıyla birlikte normal bir yaşlılık sürecinde görülebilecek birçok belirtilere (katarakt, arkus senilis, osteoartiritis ya da senil kişilik değişiklikleri) rastlanılmaz.
Bu hastalıkta söz konusu olay, çocuğun normal gelişimini tamamlamasına fırsat kalmadan hızlı metabolizma nedeniyle süratle yaşlanmasıdır. Klinik belirtilerde söz edilen noktalaı-bir arada değerlendirildiğinde, görünüm olarak yaşlı bir insan ortaya çıkmaktadır. Halbuki bu tür hastalarda gerçek yaş en fazla 20 dolaylarında olabilmektedir. Hastalığın tedavi edilebilme şansı henüz yoktur.

Parkinson hastalığı: Bu hastalık ise progerianın tersine, orta ve ileri yaşlarda ortaya çıkmaktadır. Diğerinden farklı bir başka yönü de sinir ileti sisteminde ortaya çıkan bir bozukluk sonucu gelişmesidir. Hastalık uzun bir süreç içerisinde belirtilerinin giderek artmasıyla gelişir. Hastalığın gelişimini tamamladığı aşamadaki klinik görünüm şöyledir: Vücut kamburlaşır, hareketler sert ve yavaştır, yüzdeki anlam sabitleşir, ağır vakalarda ritmik titremeler

Kişiler çeşitli konularda etkin duruma orta yaşlarda ulaşırlar, bu sıralardaki çalışma ve ilişkilerinin düzenliliği onların çok iJeri yaşlarda bile dinç kalmalarını sağlar.

görülür. Bu bozukluklar hastalığın ileri aşamalarında vücutta simetrik olarak görülürse de, başlangıçta tek taraflıdır. Örneğin, tek elin ya da ayağın titremesi gibi.

Nedenleri çeşitli olabilir, fakat progeria gibi çaresiz bir hastalık değildir. L-dopa ve benzeri ilaçlarla tedavisi yapılarak hastanın sıkıntıları azaltılabilir.

YAŞLANMANIN OLUŞUM NEDENLERİ İLE İLGİLİ BİLİMSEL KURAMLAR

YAŞLANMANIN OLUŞUM NEDENLERİ İLE İLGİLİ BİLİMSEL KURAMLAR: Günümüzde geri-yatrik (yaşlılık bilimi) açıdan yapılan yaklaşımlar hücrelerin yaşlanması olgusu üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Yaygın biçimde benimsenen görüşe göre vücudun ya da organların yaşlanması, hücresel ya da moleküler düzeydeki değişikliklerin birikmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Doku kültürleri yapılarak hücresel düzeydeki değişmelerin özellikleri saptanılmaya çalışılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda elde edilen

bulgular iki farklı görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur: Bir grup bilim adamı yaşlanma olgusunun genetik bir program ürünü olduğunu ileri sürerken, başka bir grup canlı organizmayı oluşturan makromoleküller arasında rastgele oluşan hata ya da hasarların birikimi sonucunda yaşlanma olayının ortaya çıktığını savunmaktadır.

Genetik Programlama:

Tam anlamıyla farklılaşmaya uğramış bir hücrenin, bölünerek çoğalabilme yeteneğini kaybetmiş-obuası gerçeği, farklılaşma ve yaşlanma olguları-, nın tek bir programlı sürecin parçaları oldukları olasılığını güçlendirmektedir. Bu konuda çeşitli modeller ileri sürülmüştür:

1) Hücresel genlerin kaybolması: Bu genel yaklaşım içerisinde de iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre somatik hücreler her çekirdek bölünmesinde DNA moleküllerinin uç bölümlerinden bir parçalarını kaybederler. Bu nedenle de hücreler zamanla yaşama yeteneklerini yitirirler. Diğer görüşe göre de özel enzimler, yinelenen DNA parçalarındaki baz çiftlerini yenilerler. Sonuç olarak her iki yaklaşımda da, hücre ONA’sında oluşan değişmeler hücrenin yaşlanmasına neden olmaktadır.

2) Kodon sınırlanması: Bu varsayıma göre de, değişim ve yaşlanma süreçlerinde sentez baskılayıcı molekülleri sentezleyen genler uyarılmaktadır. Bu gelişim sonucunda ise RNA çevrimleri gerçekleşememekte ve zaman içerisinde hücrenin canlılık işlevleri gerileyerek yaşlanmaktadır.

3) Transkripsiyonda bozukluk: Yaşlanma olayı, çekirdek kromatinindeki kontrol mekanizmasında oluşan bir bozukluk sonucu, genetik bilginin RNA moleküllerine dönüşümünün engellenmesi sonucu ortaya çıkmaktadır.

4) DNA tamir mekanizmasındaki bozukluk: Yaşlanmış hücrelerde, genetik bilgi – DNA tamir mekanizması yavaş çalışmaktadır. Bu durumda tamir işinde görevli enzimlerin sentezinin programlı bir biçimde yavaşlaması sonucunda ortaya çıkmaktadır.

Hataların Birikmesi: Yaşlanma sürecinin genetik olarak programlanmış bir olgu olduğu düşüncesinin karşısında yer alan görüşü savunan bilim adamları ise, yaşam süreci içerisinde çeşitli yanlış işlemlerin oluşması ve bunların sonuçlarının birikmesinin yaşlanmaya neden olduğunu ileri sürmektedirler. Bu hatalar rastlantı * sonucu mutasyonîa ya da protein sentezleri sırasında ortaya çıkan yanlışlıkların birikmesi sonucunda oluşmaktadırlar. Rastlantısal mutasyon kuramı eskiden önemle benimsenirken, günümüzde yapılan araştırmaların ışığı altında eski önemini yitirmiştir. Medvedev’in “Gereğinden fazla üretilmiş mesaj” kuramı:

Bu kuram şimdiye kadar değinilen yaklaşımlarda açık kalan bazı noktaları çözümleyici niteliktedir. Bazı temel genler birden fazla kopyaları bulunacak biçimde üretilmişlerdir. Dolayısıyla baskı altında tutulan genlerdeki mutasyon oranı, aktif genlere oranla daha fazla olmalıdır. Aktif genlerde oluşan mutasyonlar ise hücre tarafından belirli bir şuura kadar tolere edilebilmektedir. Bu şuur aktif genlerin fazla sayıdaki kopyalan ile belirlenmektedir. Mutasyona uğrayan aktif bir genin yerine, diğer kopyası gerekli işlevi sürdürmektedir. Fakat bu hatalı mutasyonlar üst üste gelip tüm kopyaları tüketince^ hücresel işlev yetmezlikleri başlayacak ve hücre yaşlanma aşamasına girecektir. Bu görüş her iki ana grup kurama da yer verdiğinden, geniş ve oldukça doyurucu bir açıklama olanağına kavuşmaktadır. Protein Sentez Bozuklukları: Ünlü bilim adamı Orgel tarafından ortaya atılan bu kurama göre, protein sentez mekanizmasında oluşan bozukluklar hücre için hatalı mesajlar üretimine neden olmakta ve sonuçta bu hatalı mesajlar birikerek hücreyi ölüme götürmektedir. Yukarıda özet olarak anlatılmaya çalışılan iki ana grup kuram – Genetik Programlama ve Hataların Birikmesi- günümüzde yaşlanma olgusunu açıklamaya yönelik olarak kabul edilen bilimsel kuramlardır. Fakat bunların yanı sıra daha farklı yaklaşımları olan eski kuramlardan bazıları da, henüz önemlerini tümüyle yitirmemişlerdir. Bir zamanlar yaygın biçimde benimsenen kurama göre yaşlanma olayı hücreler arası ortamda bağdokusu birikmesiyle açıklanıyordu. Kollagen molekülleri arasında artan oranlarda çapraz bağlanmaların söz konusu olduğu varsayılarak, birikimin açıklaması yapılmaktaydı. Bazı büim adamları ise yaşlanmada immünolojik mekanizmaların rol oynadığı görüşünde birleşi-yorlardı. Timus bezinin yaşlanma ile orantılı gerilemesi, programlı bir biçimde immün toleransın homoeostatik kontrol mekanizmasında gerilemesi, doku bağışıklığı, antijenlerinin mutasyon oranını denetleyen genlerin basküanması gibi olgular hep bu görüşü destekler niteliktedir. Günümüzde bu görüşlere ek olarak yaşlanmanın serbest radikallerin neden olduğu birtakım değişiklikler sonucu ya da hipotalamo hipofizer sistemden yayınlanan bir “Yaşlanma hormonu” ile gerçekleştiği yolunda da bazı kuramlar ileri sürülmektedir.

Bütün bu kuramların ışığı altında ortaya çıkan önemli bir soru ile karşı karşıyayız: Hücresel yaşlanma, organizmanın yaşlanma olgusunda temel anahtar rolünü oynuyor mu? Bu soruyu bazı açıklamalarla yanıtlayalım. Bir organizmayı oluşturan o kadar çok sayıda hücre vardır ki, bunların belirli bir bölümü belirli bir zamanda yaşlansalar bile, onların eksikliği organizmanın yaşam etkinliklerini bozmayacaktır. Örneğin insan, böbreğinin birisi olmadan, karaciğerinin yarısı alınmış halde, beyninin belirli bölgeleri zarar görmüş, bağırsaklarının tümüne yakın bölümü çıkarılmışken de yaşamını çok iyi bir biçimde sürdürebilmektedir. Bu organlarda yaşlanan hücre sayısı çok büyük oranlara ulaşmalı ve hücre yapım mekanizmasını engelleyici boyutlara erişmelidir, ancak o zaman beklenilen sonuç ortaya çıkabilir. Bugüne kadar da böyle bir durumla henüz karşılaşılmamıştır. plÛeki bilgilere göre ulaştığımız noktayı özetleyecek olursak; yaşlanma konusunda hücresel düzeyde doku kültürleri ile yapılan çalışmaların sonuçları canlı organizmalardaki süreçlerle bir uyum göstermemektedir. Bu nedenle elde edilen bulguları genelleştirme olanağından yoksunuz. Hücresel yaşlanma olgusunu açıklayan mekanizmalar da henüz tartışılabilir niteliktedir, kesinlik kazanmamıştır. Diğer bir deyişle, hücresel yaşlanmanın organ ve organizmanın tümünün\ yaşlanma süreci üzerinde ne tür sonuçlara yol açtığını yorumlamak için zaman henüz erkendir. CANLI ORGANİZMALARIN YAŞLANMA MEKANİZMALARIYLA İLGİLİ BİLDİKLERİMİZ HENÜZ BİLEMEDİKLERİMİZİN YANINDA ÖNEMSENMEYECEK DÜZEYDE AZ BÎR YER TUTMAKTADIR.

YAŞLANMA SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN YAPISAL VE İŞLEVSEL DEĞİŞİKLİKLER:

YAŞLANMA SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN YAPISAL VE İŞLEVSEL DEĞİŞİKLİKLER: Yaşlanmış bir vücudu rahatlıkla genç olanından ayırt

edebiliriz. Fakat bir organ için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Şimdi de bir organın yaşlanmasını özelleştirebilecek işlevsel, biyokimyasal ve morfolojik değişikliklerden söz edelim. 1) Yapısal Değişiklikler: İnsan vücudu üzerinde patalog ve anatomistlerin uyguladıkları bilinen yöntemlerle, çıplak . gözle inceleme ve ışık mikroskobuyla, yaşlanma sürecinde söz konusu olan morfolojik değişmeler saptanmıştır. Çeşitli organlar içinde yaşlanmaya bağlanılan bazı değişiklikler tanımlanmıştır. Fakat bu değişikliklerin gerçek nedeninin yaşlanma mı yoksa Özgür bir hastalık mı olduğu (örneğin ateroskleroz] ya da fizyolojik koşulların bozulması (inaktivite ya da kötü beslenme) sonucu ortaya çıkan bir durum mu olduğunu saptamak henüz günümüzdeki tekniklerle olanaksızdır. Örneğin morfolojik değişimlerle ilgilenen geriyatristlerin pek hoşuna giden bir konuyu ele alalım; kalbin yaşlanması. Yaşh bir insan kalbi umulmadık derecede küçük olabileceği gibi, anormal derecede ağır da olabilir. Aşağıdaki değişikliklerin birçoğunun nedeni de yaşlılığa bağh olarak değerlendirilebilir; endokardiumun kalınlaşması, sertleşmenin artışı, kalp kapakçıklarının kalınlaşması ve kalsifikasyonu, miyokardiumdaki hücreler arası fibroz ve adipoz doku artışı, miyokardial dokunun bazı bölgelerinin büzülmesi, bazı bölgelerinin ise hipertrofisi, sino atrial nodülde fibrosis ve kas hücrelerinde lipofusin pigmentinin birikmesi sayılabilir. Tümüyle sağlıklı kişüerde, kalp ağırlığının yaşlanma ile bir artış göstermediği de saptanmıştır. Yukarıda saydığımız değişikliklerin tümü ya da bir bölümü (kas dokusunda lipofusin pigment birikimi dışında) yaşlılık dışı nedenlerden,örneğin, koroner damarlarındaki a rteroskle-roz, kalp damar sistemi bozuklukları, kalp romatizması ya da sigara içilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle kesin bir genelleme yapmak olanaksızdır.

Yaşlanmakta olan beyin ve karaciğer dokuları içinde yukarıdaki yorumu destekler nitelikteki bulgular elde edilmiştir. Geçmişteki genel kanıya göre, organizma yaşının ilerlemesi üe birlikte, beyindeki sinir hücrelerinin artan biçimde azalmaları söz konusudur. Fakat bu konuda araştırmalar, beyindeki sinir hücreleri kaybının önemli ölçüde doğum ile ergenleşme aşaması arasında söz konusu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Deney hayvanları üzerinde yapılan bir inceleme -de de erişkin dönemdeki yaşam süreci içersinde beyindeki DNAmikt arlarının değişmeden kaldığı saptanmıştır. İnsanda da erişkin hale geldikten sonraki yaşam süreci içerisinde beyindeki sinir hücrelerinin belirli bir miktar azalma gösterdiği saptanmıştır. Fakat bu azalma miktar olarak değişkendir ve yalnız beynin sınırlı bölgelerinde görülür. Yaşlanma ile bir bağlantı kurmak oldukça güçtür.

Herhangi bir karaciğer hastalığı geçirmemiş bir kişinin karaciğeri de çıplak gözle incelendiğinde, herhangi bir değişikliğe uğramamış olarak gözükür. Yapılan ışık mikroskobu incelemelerinde ise bazı hücresel değişiklikler olduğu görülebilir.
Fakat bu değişiklikler için de bir genelleme yapmak olanaksızdır, çünkü birçok yaşlı karaciğerin histolojik açıdan da tümüyle normal ve eksiksiz işlev gördüğü saptanmıştır. Bağırsak, testis ya da akciğerler gibi diğer organlar üzerinde yapılan incelemelerin sonucu kalp, beyin ve karaciğer için varılan sonuçlar da aynıdır. Organizmanın yaşlanma süreci içerisinde dokularda bazı değişmeler olabilir, fakat bu değişmelerden sorumlu süreç yaşlanma olmaz. 2} Fonksiyonel Değişiklikler: Genellikle vücudun yaşlanması ile birlikte işlevlerde etkinlik yönünden azalmalar olduğu düşünülür. Klinik geriyatri üzerinde yazılmış kitaplarda, genellikle birbirlerine zıt işlevler olmalarına karşın kas gücünde, dokunma duyusunda, karanlığa uyumda, kalbin pompalama gücünde, mide asidi salgılanmasında, akciğer vital kapasitesinde, böbrek glomerü-

ler filtrasyon oranında, periferik sinirlerdeki iletim hızında ve tiroit hormonları salgılanmasında yaşlanma ile birlikte azalmalar olduğu yazılır. Fakat bu değerlendirmelerin, genel doğrular olarak benimsenebilmeleri için üç temel noktanın sağlıklı biçimde yerlerine oturtulmaları gerekmektedir. Birinci önemli nokta; pek az sayıda belki de şimdiye kadar hiç kimse üzerinde, günümüz olanaklarından yararlanılarak, erişkin hale gelme_şiyje yaşlılık dönemi arasında sözü edinilen işlevlerde bir gerileme olup olmadığı saptanamamıştır. İkinci önemli nokta; bu işlevsel etkinliklerin düzeyleri ve azalma dereceleri üzerinde uluslararası ölçütlere henüz ulaşılamamış olmasıdır. Üçüncü önemli nokta ise; söz konusu işlevlerde oluşan etkinlik azalmalarının yalnız kişinin yaşlanması sonucu ortaya çıktığını, herhangi bir hastalıkla, çevresel koşullarla, kötü Değişikliklerin türleri ve yerleri

fiziksel değişikliklerin etkileri

1) Vücut dokuları iskelet sistemi

Mineral tuzlar, özellikle kalsiyum, kemiklerden dokulara ve dolaşım sistemine geçerler.

Hücre bölünmesi ve doku onarımı, hücre gelişmesi kapasitesi geriler.

2) Dişler

Çekilen dişler yenilenmez.

Dişler dökülebilir.

3) Duyma

Duyma tek ya da her iki kulakta yavaş yavaş azalır.

4) Dolaşım

Kan damarları daralır ve kanın akışını yavaşlatır.

Isı ve çeşitli etkinliklere uyum sağlama hızı azalır, uç noktalarda, özellikle bacaklarda dolaşım daha da yavaşlar.

5) Sinir sistemi

Duyu algılaması ve motor gücü azalır.

6) Görme

Göz merceğinde ve gözdeki kan damarlarında değişiklikler oluşabilir.

7) Deri

Diğer organların yaşlanması deriyi etkiler. Do-laşun değişiklikleri kan miktarını azaltır ve duyu ve motor uyarıların taşınmasını yavaşlatır.

Bezlerin etkinliklerinin azalması ve diğer yaşlanma öğeleri saçın rengini, yapısını ve miktarını değiştirebilir.

8} Uyku

Uyku düzeni değişir. Etkinliğin azalması uzun

süreli uyku gereksinmesini ortadan kaldırır,

ancak genellikle gündüz uyumaya gerek

duyulur.

9) Beslenme

Etkinliğin azalmasıyla daha az besine gerek duyulur.

Tad alma duyusu daha az duyarlı hale gelir.

10) Cinsel Yaşam

Kadınlarda adet kanaması durur ve menapoz başlar.

Erkeklerde cinsel etkinlik azalır.

Kemikler zayıflar ve kolayca kırılabilirler.

Kan damarları esnekliğini kaybeder. Kalp iç organlara yeterli kanı sağlamak için daha çok

çalışmalıdır.

Ufak bir çürükte dişetleri bozulur ve dişler iltihaplanır.

Diyet alışkanlıkları değişebilir. Yüzün görünümünde de değişiklikler oluşabilir.

Kişi bu eksikliğin farkına varmayıp ya da ön em s e meyi p, söylenenleri sık sık yanlış anlayabilir. Grup etkinliklerinden uzaklaşarak fendini yalnız hissedebilir. Pıhtılar oluşabilir.

Eğer varis damarları varsa çatlayıp ülser oluşturabilirler. Kısmi ya da genel felç oluşabilir.

Kişi soğuğa karşı duyarlıdır ve vücut ısısı genellikle düşüktür.

Dış uyarılara karşı duygusal ve motor uyarılar ve karşıt tepkiler geriler. Kişi tehlikelere daha yavaş tepki gösterir.

Görme değişiklikleri, herhangi bir etkinlik sırasında oluşursa kişi duygusal tepki gösterebilir. Zayıf görme nedeniyle daha kolay kaza olabilir. Kişi puslu ya da kısıtlı görebilir. Glokoni ya da katarakt oluşabilir. Uç noktalar, özellikle ayaklar şişebilir, yanma üşüme hissedilebilir. Deri kolayca çürüyebilir ve özellikle ayaklar ve bacaklar kolayca iltihaplanabilir. Deri kuruyup buruşabilir.

Saçlar beyazlanabilir, kuruyabilir, incelebüir.

Boş zamanların artması daha sık dinlenme ve uykuya yol açar. Geceleri uyuma süresi kısalır.

İştah azalabilir ve yiyeceğe karşı ilgisizlik oluşabilir.

Genel menapoz belirtileri sıcak basması, terleme ve sıkıntıdır.

Kadınlarda da, erkeklerde de telaşlı ve üzüntülü dönemler görülebilir ve yaşam ümitlerini

yitirebilirler.

Alınması gereken önlemler

Belirli aralıklarla sağlık kontrolünden geçmek.

Fiziksel darbelerden korunmak. Geniş, orta yükseklikte topuğu olan, sağlam ayakkabılar giymek gerekiyorsa bilek desteği kullanmak.

Merdivenleri iyi aydınlatmak, tamir ettirmek, ortalıkta fazlalık bırakmamak, trabzanların bulunmasına dikkat etmek.

Düzenli diş bakımı yaptırmak. Ağzı teiniz ve mikropları barındırmayacak biçimde tutmak. Dengeli beslenme diyeti uygulamak.

Bu eksikliği kabullenme ve düzeltme için yardım kabul etmek. Gerekli tıbbi yardım sağlamak. Gerekiyorsa işitme cihazını (kulaklığı) kullanmayı öğrenmek.

Dolaşımı kolaylaştırmak için olabildiğince aktif olmak. Ülser ya da derideki açık yaralar için tıbbi yardım.sağlamak.

Kasların gevşemesi ve dolaşımın kolaylaşması için salıncaklı sandalye gibi yardımcılar kullanmak. Dinlenmek için uzanıldığuıda ayakları kalp hizasına kadar yükseltmek. Kalp damar sistemi üzerine bir sağlık kontrolünden geçmek

Ağıza uygun protez yaptırmak.

Ağız içi ve protez temizliğine dikkat etmek.

Aileyi, arkadaşları ve diğerlerine duyma güçlüğü çeken kişiyle yüzyüze ve tek tek konuşmaları gerektiğini hatırlatmak.

Deriyi kuru tutmak. Gerekli biyokimyasal ve hemotolojik analizleri belirli zamanlarda yenilemek.

Sıcak ve soğuğa karşı önlem almak. Ağrıyı bir tehlike belirtisi olarak kabul etmek.

Bellek kaybının etkisini gidermek için yazarak not almak.

Yakından çalışma ya da okuma için bol ışık sağlamak.

Gözleri sık sık dinlendirmek.

Ayakları temiz ve kuru tutmak, dinlenirken yükseltmek.

Deride bir kızarıklığı ya da yarayı doktora bildirmek.

Vücut ısısı kaybını giyinerek önlemek. Evi ve yerleri yeterince sıcak lutmak.

Kaza olasılığı yaratacak şeylere karşı gereken önlemleri almak. Gerektiğinde tıbbi yardım almak. Düzenli göz kontrolleri yaptırmak. Ortalıkta kazaya yol açabilecek eşya bırakmamak.

Saçları temiz tutmak ve günde en az bir kere fırçalamak.

Saçları fırçalamak, kafatası derisinde dolaşımı hızlandırır.

Sabunu az kullanmak.

Hareketsizliği kesinlikle engellemek. Çok fazla yorulmadan, sürekli birşeylerle uğraşmak.

Boy ve yaşa göre gereken ortalama ağırlığı ya da biraz altını korumak.

Dengeli beslenme uygulamak.

Daha sık aralıklarla daha az yemek yemek.

Sindirim zorluğuna yol açan yiyecekleri yememek.

Yaşam döngüsünün bu dönemini anlamaya, tanımaya çalışmak. Tıbbi kontrolden geçmek.

İlginç etkinlikle planlayarak, sürekli birşeylerle uğraşmak.
Organizmada oluşan yapısal ya da işlevsel değişikliklerin gerçek nedeni yaşlılık olabileceği gibi, çeşitli hastalıklar da olabileceği gerçeği daima akılda tutularak ve bu konuda bir genelleme yapılmaması gereği göz ardı edilmeden bazı yaşlı kişilerde görülebilecek değişiklikler genel olarak şu biçimde sınıflandırılabilir: Kemiklerde: Atrofi osteoporoşis, kalsiyum metabolizması bozukluğu sonucu ortaya çıkan sorunlar, omurgada eğilme, boy kısalması. Kaslarda: Esneklik kaybına bağlı olarak gevşeme ve kasılma işlevlerinin gerilemesi, kas gücü azalması sonucunda çabuk yorulma, fiziksel iş gücü kaybı ve yürümede güçlük. Kardiovasküler sistemde: Parenkimal doku kaybı, özellikle kalp damar sistemindeki aterosklerotik değişmelerin kalbin beslenmesini bozması, kalbin kan pompalama gücünün azalması, kapakçıklarda sertleşme ve kalsiyum birikmesi, sistolik ve diyastolik basıncın yükselmesi. Solunum sisteminde: Akciğer kapasitesinin düşmesine neden olan fibröz değişmeler ve anfizem oluşumu, vîtal kapasitesinin azalması.” Gastro-intestinal sistemde: Mukozada atrofi, kas katlarında zayıflama, tonusun azalması. Tükürük salgısının azalması, ağız kuruluğu, dilde atrofi, tat doyuşunda azalma, dudak ve oral mukozada ödem, ağız kenarında kuruluk ve çatlaklar, mide asit salgısında azalma.

Ürogenital sistemde: Bağdokusu artışı ile böbreklerin işlev yetersizliği, glomerüler filtrasyon oranında azalma, idrar torbasında atrofi, sistit ve prostat hipertrofisi.

Deride: Pigmentasyon artışı, su içeriğinin azalması, ter bezlerinin dejenerasyonu. Epidermis tabakasının incelmesi, saydamlaşması, elastik liflerin azalması ve su kaybı. Endokrin bezlerde: İç salgı bezlerinde gerileme görülür. İdrarda 17-ketosteroid çıkışı azalır. Tiroit hormon salgısı geriler. Bazal metabolizma: Tam dinlenme durumunda, yalnız iç organların temel yaşam etkinliklerini sürdürmek için harcadıkları enerji olarak tanımlanan bazal metabolizma, zamanla azalma gösterir. Bu durum vücuttaki enerji üreten reaksiyonların yavaşladığına kanıttır. Başta tiroit bezi olmak üzere, bazal metabolizma üzerinde etkili olan iç salgı bezlerinin de bu değişime katkısı büyüktür. Solunum ve dolaşım sistemlerindeki yetersizlikler, biyolojik oksidasyonlar için gerekli 02′nin sağlanamaması da bazal metabolizmanın azalmasında rol oynayan etkenlerdir.

YAŞLANMA VE İMMÜNOLOJİK DENETLE! ME MEKANİZMASI

YAŞLANMA VE İMMÜNOLOJİK DENETLE! ME MEKANİZMASI: Yaşlanma olayına immünolojik açıdan da yaklaşılabilinir. İmmünolojik denetleme mekanizmasının yaşlanma üzerindeki etkisi giderek önem kazanan bir olgudur. Vücudun savunma mekanizmasında T-immünositl erinin kaynaklandığı timus bezinin önemi çoktur. Bu organımız fetal yaşamda sürekli büyümeye başlar ve 10-15 yaşlarına kadar büyüme sürer. Daha sonraki yıllarda ise timus bezinin hızh bir biçimde gerilediğini görürüz. Belki de timus bezimiz genetik olarak belirlenmiş yaşlanma sürecimizin “Biyolojik saati”dir. Lenf bezelerinin ve dalağın normal insanlarda erişkinliğe ulaştıktan sonra ya da değişmeden kaldığı ya da pek hafif bir kitlesel azalma gösterdiği saptanmıştır. Lenfatik dokuda da yaşlanma üe ilgili histolojik değişmeler görülür.

Normal kişilerde bile orta yaş dönemi geçildikten ..cnra dolaşımda bulunan lenfositlerin giderek sayıca azaldıkları saptanmıştır. 60 yaşlarına varıldığında toplam lenfosit sayısı erişkin hale gelindiği dönemdekinin ancak % 70′i kadardır. Genellikle B-lenfositleri sayısal bakımdan bir azalma göstermediklerinden, azalmanın nedeni dolaşımdaki T-lenfositlerinin kesinlikle sayısal olarak azalmalarıdır.

Yaşlanmanın T-lenfositlerinin işlevi üzerindeki etkileri konusunda ise birbirleri ile çelişen bulgular vardır. Fakat iyi bilinen bir nokta, T-hücrelerinin yardım edici işlevinin yaşlanma ile gerilemesidir.

Humoral immuniteyi yansıtan b-hücrelerinin immün işlevleri de yaşlanma ile gerilemektedir. Bu gerileme, timus bezinin gerilemesi, timik hormon timozinin serumdaki düzeyinin azalmaya başlamasıyla bir paralellik gösterir. Vücuda dışarıdan giren yabancı maddelere karşı antikor yapımı ve bunların giderilmesi olgusu da yaşlanma ile geriler. Bu durumun ortaya çıkmasından da T-hücreleri sorumlu tutulmaktadır.

Yaşlanma ile normal immünolojik işlevlerin gerilemesi, immünolojik sistemde oluşan üç tip hücresel değişiklikten kaynaklanmaktadır: 1) Hücre sayısında mutlak değer olarak azalma 2) Baskılayıcı etkinlik taşıyan regülatör hücrelerin artmasına bağlı olarak hücre sayısında göreceli bir azalma ve 3) Hücrelerin işlevsel etkinliklerinde azalma.
Yaşlanma ile immün sistem işlevlerinin gerilemesi infeksiyon, otoimmün ve immün kompleks hastalıklarının oluşumunu ve kanser riskini artırmaktadır.

Yaşlı kişilerin infeksiyon hastalıklarına karşı daha duyarlı oldukları ve iyileşme süreçlerinin daha uzun zaman aldığı, sonuçta ölüm oranının yüksek olduğu iyi bilinen bir gerçektir. Ottoimmu-nite olavı ise, oldukça ilginç ve sorun yaratan bir konudur. Vücudun savunma mekanizması dışarıdan gelen maddelere, savunu amacıyla antikor üretmektedir. Fakat bazı durumlarda vücut,kendi yapısal moleküllerinden bazılarını da yabancı antijen gözüyle görür ve onlara karşı antikor üretir. Otoantikorlar ve bunun sonucunda da otoimmün hastalıklar ortaya çıkar, Yaşlanan organizmada yapısal öğelerin bozulması, rautas-yona uğraması olasılığı arttığından ve çeşitli mikropların otoimmün hastalıklarında oynadıkları rolü karşılayacak direnç azaldığında yaşlılıkta bu tür hastalıklar artar.

HÜCRESEL VE MOLEKÜLER DÜZEYDE YAŞLANMA OLGUSU VE BU SÜREÇTE ORTAYA ÇIKAN DEĞİŞİKLİKLER

HÜCRESEL VE MOLEKÜLER DÜZEYDE YAŞLANMA OLGUSU VE BU SÜREÇTE ORTAYA ÇIKAN DEĞİŞİKLİKLER: Bilim adamları yaşlanma olayının hücre düzeyinde genetik manipülas-yonlarla kontrol altına alınabüeceğini düşünmektedirler. Bu nedenle yaşlanma olgusunun hücresel düzeyde de incelenilmesi olayın bütününü aydınlatabilme açısından önem taşımaktadır. Bir canlı organizmayı oluşturan hücreler nitelik

olarak değişmeden kalan bir iç ortamda yaşarlar. İç ortam ise kan, lenfa sıvısı ve hücreler arası sıvıdan oluşmaktadır. Bu ortam hücrelere oksijen, besin ve enerji sağlar, metabolizma artıklarını ise arıtır. Değişen dış ve iç koşullara karşı iç ortam bileşiminin bozulmadan kalması olayı ise “Homeostasis”tîr. Organizma yaşının ilerlemesiyle de, bu dengeleme mekanizmasının gerilemeye başladığını görüyoruz. Değişen hor-monal dengeler (puberte, menapoz gibi), sinir iletisinde ortaya çıkan aksamalar homeostatik dengenin bozulmaya başlamasında rol oynayan en önemli etkenlerdir.

Yaşlanmanın biyolojisini kavrayabilmek amacıyla yapılan çalışmalarda, teknolojik olanakların da gelişmesiyle hücre kültürlerinin yaşatılması başarılmıştır. Bu çalışmaların başlangıcında kültüre alınan yüksek yapılı organizma hücrelerinin, gerekli koşulları sağlanıldığında sonsuza dek çoğalarak yaşamlarını sürdürecekleri düşünülmüştür. Fakat yapılan çalışmalar gerçeğin böyle olmadığını göstermiştir. Bazı normal dışı kanser hücrelerinde sınırsız bir bölünme olayına rastla-nılmaktaysa da, yaşlılık normal hücrelerin oluşturduğu bir organizmada gelişen fizyolojik, doğal bir süreçtir. Bu nedenle de kültür çalışmalarında normal hücreler incelenmelidir. Normal olarak 46 tane kromozomu bulunan ve diploid hücre diye adlandırılan normal insan hücrelerinin kültüre alındıklarında sınırlı bir yaşam süreleri olduğu görülmüştür. Aynı olgu hücrelerin alındığı yüksek yapılı organizma için de geçerlidir, onun da yaşam süresi sınırlıdır. Bu hücrelerin kültür ortamında, normal koşullarda kendi ömürlerinden daha uzun süreler için yaşatılabilmeleri de başarılamamıştır. Omurgalı canlıların yaşlanma olayları, kültüre alınmış hücreleri düzeyinde de geçerlidir. İnsan embriyon hücreleriyle yapılan ilk çalışmalarda, genellikle bir yıldan kısa bir süre içerisinde kültüre alman hücreler aktif olarak çoğalmayı sürdürürler. Fakat belirli bir zaman sonra, hücrelerin normal olarak 24 saatte gerçekleşen bölünmeleri giderek daha fazla sürede gerçekleşmeye başlar. Hücrelerin mitotik etkinlikleri zaman içerisinde giderek bir azalma gösterir ve sonuçta hücre ölümü söz konusu olur. insan fetal dokusundan kültüre alınmış fıbroblast populas-yonları bölünerek yaklaşık 50. generasyonlarına ulaşabilirler ve bu süre altı aydan fazladır. Sürekli hücre kültür koşullarında hücreler ikiye bölünerek çoğalırlar. Bu ikiye bölünmeler sonuçta logaritmik bir artış demektir. Bir hafta 1 şişe ile başlanan hücre kültürümüz gelecek hafta 2 şişe ve ondan sonra gelecek haftalarda da

sırasıyla, 4, 8, 16, 32….. şişe biçiminde

sürecektir. Eğer bu bölünmelerde tüm hücreleri korumaya kalkışsaydık, 50 generasyonluk bir bölünme sürecinde yaklaşık yirmi milyon ton hücre miktarına ulaşırdık. Böyle doğal bir sınırlama nedeniyle kültür çalışmalarında hücrelerin tümünü koruyabilmek olanaksızdır. Bu duruma farklı bir bakış açısı getirmek için yapılan incelemelerde diploid hücrelerin dondurularak korunması olgusu değerlendirilmiştir. Fakat hücrelerin donmuş olarak sonsuza kadar korunamayacağı anlaşılmıştır. Dondurulmuş insan diploid hücrelerinin rekonstitüsyonu sonuçları ise şöyledir; hücre populasyonunun dondurulma aşamasındaki bölünme düzeyi ne olursa olsun, kendileri konurken yaşamlarını sürdüren hücrelerle aynı Ölçüde bölünme yapabilme yeteneklerini korurlar. Yani daha uzun süre yaşayabilecek yönde bir değişiklik yoktur. Kültüre alınan fibroblastlarm populasyon bölünme yeteneklerinin alındıkları canlı kaynağın yaşı ile sıkı bir bağlantı gösterdiği de saptanmıştır. Embriyonlardan alınan fibroblastlar 40-60 arası sayıda generasyonu ulaşabildikleri halde, yaşlılardan alınan fibroblastlarm ulaşabildiği gene-rasyon sayısı 10-30 arasında değişmektedir Bir başka deyişle, hücreler vücut içerisinde sürdürdükleri yaşam sürelerini de hesaba katarak

toplam süreyi doldurmakta ve ölmektedirler. Yaşlanmanın biyolojisini incelerken göz önünde tutulması gerekli temel bir olay da, türler arası yaşain süreci farklılıklarının türün bireyleri arasındaki farklılıklardan daha büyük olduğudur. Bir meyve sineği 40 günde, bir fare 3 yılda, at 30 yılda, insan 100 yılda ve bazı kaplumbağa türleri de 150 yılda yaşlanmaktadırlar. Acaba bu canlılardan alınan hücrelerin kültür ortamında çoğalma yetenekleri de yaşam süreleri ile orantılı biçimde farklılık göstermekte inidir? Bu soruyu evet diye yanıtlamak gerekir. Somut bulgular aşağıdaki tabloda görülmektedir. Hücrelerin doku kültürlerindeki yaşam sürelerinin de sınırlı bir zaman parçası olduğunu belirlemiş olduk. Bu arada akla gelen ilginç sorulardan birisi de şu olacaktır: Acaba ölen bir canlının hücrelerini yaşatmakta -olan birisine aktarabilecek olursak, bu hücreler ana organizmaları öldüğü halde yaşamlarını sürdürebilecekler mi? Bu sorunun yanıtını bulabilmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çeşitli laboratuvar-larda meme dokusundan, deriden ve kan yapıcı hücrelerden örnekler alınarak seri transplantasyonlar yapılmıştır. Fakat bu hücrelerin de sonsuza dek yaşayabilme şansları olmadığı saptanmıştır. 6te yandan benzer koşullarda yapılan transplantasyonlarda, anormal kanser hücrelerinin seri olarak sonsuza dek yaşayabildikleri de İyi bilinmektedir. Bir başka deyişle, kanser hücreleri yaşlanmamakta ve bunun doğal sonucu olarak da Ölmemektedirler. Hücrelerin gerek organizma bütünü içerisinde gerekse de besi ortamında kültüre alındıkları zaman sınırlı bir yaşam süreleri vardır. Hücrenin yaşlanması doğal olarak oluşturduğu doku, organ ve canlının da yaşlanması sonucunu doğurmaktadır. Hücrelerin de canlı organizmaların bir birimi olarak yaşlandıklarım kavradıktan sonra, bu yaşlanma süreci içerisinde-hücre yapısında ve moleküler düzeyde ne tür değişmeler olduğunu görelim. Elektron mikroskobunun biyolojinin hizmetine girmesiyle yaşlanma sürecinde hücre ultrastrük-türünün ne tür değişiklikler gösterdiğinindaha iyi anlaşılacağı ümit edilmişti. Fakat elde edilen sonuçlar soruna umulduğu ölçüde ışık tutmamıştır. Yaşlı hücrelerin membranlarında anormal bir değişme saptanılamamış olmasına karşılık, yaşlı sıçan hspatositlerinin yüzey alanlarında artma görülmüştür. Yaşlanma ile hücre çekirdeğinde gerçek hacim ve yüzey alan artışları saptanamamış, fakat çekirdek membranında derin çukurlar oluştuğu görülmüştür. Yaşlanmaya paralel değişmeler çekirdekçik (nucleoili) yapısında görülür. Yapısı geniş ve çok biçimliyken küçülür ve düzensizleşir.

Yaşlanma süreciyle bağlantılı olarak Golgi cisimciklerinde önemli bir değişme saptanamamıştır. Hücre çekirdeği ile bağlantılı ve protein sentezinden kısmen sorumlu endoplazmik ağ ile ilgili çelişkili bulgular vardır. Azaldığı, arttığı ya da değişmeden kaldığı bulunmuştur. Bazı araştırmacılar da hücrenin enerji santralleri olan mitokondrilerin nöronlarda ve karaciğer hücrelerinde yaşlanma ile azaldıklarını bulmuşlardır. Yaşlanan hücrelerde yapılan ultrastrüktürel çalışmalarda en çok dikkati çeken ve ışık mikroskobu sonuçlarını destekleyen nitelikteki bulgu lipofusin birikmesidir. Bu pigmentin, insanlarda ve geniş çapta da hayvanlarda yapılan incelemelerde yaşlı nöronlarda ve miyokardial hücrelerde biriktiği görülmüştür. Bugün için yaygın kanıya göre, lipofusin granüllerinin birer hücre organeli olan lizozomla-rın kalıntısı olduğu ve bu pigmenti oluşturan lipoproteinlerin yaşam etkinlikleri için zorunlu yağ asitlerinin peroksidasyonu sonucu oluşan ürünlerin etkileşimleriyle sentezlendiği kabul edilmektedir.

Yaşlanmakta olan hücrelerin enzimler açısından da bir değişim gösterip göstermediklerini saptamak amacıyla, biyokimyasal ve histokimyasal tekniklerin uygulandığı çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. İncelenen tüm enzimlerin bir tablosunu çıkarabilmek oldukça güçtür, ancak kilit noktalarda yer alan önemli enzimlerden söz edeceğiz.

En çok ilgi çeken enzim, hücre yüzeyindeki transport mekanizmasını ayarlayan “Alkali fosfa-taz”dır. Yaşlanma sürecinde arttığı, azaldığı ya da değişmeden kaldığı yönünde çeşitli sonuçlar bulunmuştur. Diğer bir transport enzimi olan “5-mikleotidaz”m yaşlı sıçanın karaciğer ve akciğerinde azalma gösterdiği saptanmıştır. Lizozomal hidrolitik enzimler de, eşit ölçüde değişken bir özellik taşırlar. Asit fosfataz enzim etkinliğinin yaşlanmış fare karaciğerinde artışlar rularak korunması olgusu değerlendirilmiştir. Fakat hücrelerin donmuş olarak sonsuza kadar konmamayacağı anlaşılmıştır. Dondurulmuş insan diploid hücrelerinin rekonstitüsyonu sonuçları ise şöyledir; hücre populasyonumın dondurulma aşamasındaki bölünme düzeyi ne olursa olsun, kendileri konurken yaşamlarını sürdüren hücrelerle aynı ölçüde bölünme yapabilme yeteneklerini korurlar. Yani daha uzun süre yaşayabilecek yönde bir değişildik yoktur. Kültüre alınan fibroblastların populasyon bölünme yeteneklerinin alındıkları canlı kaynağın yaşı ile siki bir bağlantı gösterdiği de saptanmıştır. Embriyonlardan ahnan fibroblastlar 40-60 arası sayıda generasyonu ulaşabildikleri halde, yaşlılardan alınan fibroblastların ulaşabüdiği gene-rasyon sayısı 10-30 arasında değişmektedir Bir başka deyişle, hücreler vücut içerisinde sürdürdükleri yaşam sürelerini de hesaba katarak

toplam süreyi doldurmakta ve ölmektedirler. Yaşlanmanın biyolojisini incelerken göz Önünde tutulması gerekli temel bir olay da, türler arası yaşam süreci farklılıklarının türün bireyleri arasındaki farklılıklardan daha büyük olduğudur. Bir meyve sineği 40 günde, bir fare 3 yılda, at 30 yılda, insan 100 yılda ve bazı kaplumbağa türleri de 150 yılda yaşlanmaktadırlar. Acaba bu canlılardan alınan hücrelerin kültür ortamında çoğalma yetenekleri de yaşam süreleri ile orantılı biçimde farklılık göstermekte midir? Bu soruyu evet diye yanıtlamak gerekir. Somut bulgular aşağıdaki tabloda görülmektedir. Hücrelerin doku kültürlerindeki yaşam sürelerinin de sınırlı bir zaman parçası olduğunu belirlemiş olduk. Bu arada akla gelen ilginç sorulardan birisi de şu olacaktır: Acaba ölen bir canlının hücrelerini yaşatmakta -olan birisine aktarabilecek olursak, bu hücreler ana organismaları öldüğü halde yaşamlarını sürdürebilecekler mi? Bu sorunun yanıtını bulabilmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çeşitli laboratuvar-larda meme dokusundan, deriden ve kan yapıcı hücrelerden örnekler alınarak seri transplantasyonlar yapılmıştır. Fakat bu hücrelerin de sonsuza dek yaşayabilme şansları olmadığı saptanmıştır. Öte yandan benzer koşullarda yapılan transplantasyonlarda, anormal kanser hücrelerinin seri olarak sonsuza dek yaşayabildikleri de iyi bilinmektedir. Bir başka deyişle, kanser hücreleri yaşlanmamakta ve bunun doğal sonucu olarak da ölmemektedirler. Hücrelerin gerek organizma bütünü içerisinde gerekse de besi ortamında kültüre alındıkları zaman sınırlı bir yaşam süreleri vardır. Hücrenin yaşlanması doğal olarak oluşturduğu doku, organ ve canlının da yaşlanması sonucunu doğurmaktadır. Hücrelerin de canlı organizmaların bir birimi olarak yaşlandıklarım kavradıktan sonra, bu yaşlanma süreci içerisinde, hücre yapısında ve moleküler düzeyde ne tür değişmeler olduğunu görelim. Elektron mikroskobunun biyolojinin hizmetine girmesiyle yaşlanma sürecinde hücre ultrastrük-türünün ne tür değişiklikler gösterdiğinindaha iyi anlaşılacağı ümit edilmişti, Fakat elde edilen sonuçlar soruna umulduğu Ölçüde ışık tutmamıştır. Yaşlı hücrelerin membr anlarında anormai bir değişme saptanılamamış olmasına karşılık, yaşlı sıçan hepatositlerinin yüzey alanlarında artma görülmüştür. Yaşlanma ile hücre çekirdeğinde gerçek hacim ve yüzey alan artışları saptanamamış, fakat çekirdek membranmda derin çukurlar oluştuğu görülmüştür. Yaşlanmaya paralel değişmeler çekirdekçik (nucleoili) yapısında görülür. Yapısı geniş ve çok biçimliyken küçülür ve düzensizleşir.

Yaşlanma süreciyle bağlantılı olarak Golgi cisimciklerinde önemli bir değişme saptanamamıştır. Hücre çekirdeği ile bağlantılı ve protein sentezinden kısmen sorumlu endoplazmik ağ ile ilgili çelişkin bulgular vardır. Azaldığı, arttığı ya da değişmeden kaldığı bulunmuştur. Bazı araştırmacılar da hücrenin enerji santralleri olan mitokondrilerin nöronlarda ve karaciğer hücrelerinde yaşlanma ile azaldıklarını bulmuşlardır. Yaşlanan hücrelerde yapılan ultrastrüktürel çalışmalarda en çok dikkati çeken ve ışık mikroskobu sonuçlarını destekleyen nitelikteki bulgu lipofusin birikmesidir. Bu pigmentin, insanlarda ve geniş çapta da hayvanlarda yapılan incelemelerde yaşlı nöronlarda ve miyokardial hücrelerde biriktiği görülmüştür. Bugün için yaygın kanıya göre, lipofusin granüllerinin birer hücre organeli olan lizozomla-rın kalıntısı olduğu ve bu pigmenti oluşturan lipoproteinlerin yaşam etkinlikleri için zorunlu yağ asitlerinin peroksidasyonu sonucu oluşan ürünlerin etkile şimleriyle sentezlendiği kabul edilmektedir.

Yaşlanmakta olan hücrelerin enzimler açısından da bir değişim gösterip göstermediklerini saptamak amacıyla, biyokimyasal ve histokimyasal tekniklerin uygulandığı çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. İncelenen tüm enzimlerin bir tablosunu çıkarabilmek oldukça güçtür, ancak kilit noktalarda yer alan önemli enzimlerden söz edeceğiz.

En çok ilgi çeken enzim, hücre yüzeyindeki transport mekanizmasını ayarlayan “Alkali fosfa-taz”dır. Yaşlanma sürecinde arttığı, azaldığı ya da değişmeden kaldığı yönünde çeşitli sonuçlar bulunmuştur. Diğer bir transport enzimi olan “5-nükleotidaz”m yaşlı sıçanın karaciğer ve akciğerinde azalma gösterdiği saptanmıştır. Lizozomal hidrolitik enzimler de, eşit ölçüde değişken bir özellik taşırlar. Asit fosfataz enzim etkinliğinin yaşlanmış fare karaciğerinde artışlar ve azalmalar gösterdiği saptanmıştır. Yaşlanan fındık farelerinin akciğerlerinde ise erkeklerde enzim etkinliği azalması görülürken, dişilerde herhangi bir değişme gözlenememiştir. “Beta glukuronidaz” enzim etkinliğinin de sıçan karaciğerinde yaşlanmayla birlikte bir azalma gösterdiği saptanmıştır.

Solunum enzimlerinin gösterdikleri yaşlanmaya bağlı değişmeler ise daha anlamlıdır. Yaşlanmış fındık farelerinin karaciğer, akciğer ve prosta’t dokularında “Süksinik asit dehidrogenaz” enzimi etkinliği azalması saptanmıştır. Bu enzimin yaşlanma sürecinde artış gösterdiği tek doku insan beynidir. Sitokrom oksidaz enzimi de yaşlanma sürecinde sıçan ve fare dokularının birçoğunda azalmalar gösterir. Glııkoz metabolizması ile ilgili enzimlerden “Laktat dehidrogenaz” ise yaşlanma sürecinde insan beyni ve miyokardiumunda, erkek fare karaciğer, akciğer ve prostat dokusunda erkinlik artması gösterirken, sıçan mide, kalp, kas ve beyin dokusunda da azalma gösterir. Aynı metabolizma içerisinde yer alan “Gukoz-6-fosfa-taz” enzimi de çeşitli dokularda artma ve azalmalar gösterir. Enzimlerle yaşlanma olayı arasında bir ilişki kurmanın, belirli sonuçlara var-nanm güçlüğü ortadadır. Çeşitli canlı türlerine, aynı türün farklı çeşitlerine ve aynı bireyin farklı dokularına göre değişik sonuçlar alınmaktadır. Doğal olarak bu değişkenlik genellemeler yapmaya olanak vermemektedir. Bu konuda bilgilerimizi sınırlayan temel sorun, teknik olanaklardır. Yapılan enzim analizlerinde farklı tekniklerin kullanılması farklı sonuçların alınmasına neden olabilmektedir. Ayrıca araştırmacıların olaylara bakış açıları da önem taşımaktadır. Daha dinamik yaklaşımlarda bulunarak kaba enzim atamaları yerine ince ayrıntılara girilse, enzimi oluşturan alt ünitelerin, ısıya dayanıksız enzimlerin, inaktiv # halde bulunan enzimlerin yaşlanma sürecindeki değişimleri incelendiğinde belki de daha anlamlı yorumlar yapılabilecek sonuçlar alınacaktır.

ANİ KAN KAYBI ANEMİSİ

ANİ KAN KAYBI : Ani kan kayıplarının, kaybın ölçüsü ve gerçekleştiği süreye göre değişen ağırlık derecelerine uygun belirtileri vardır. Ani kan kayıplarının belirtileri, iki nedenden kaynaklanır. Bunlardan ilki damar sisteminde dolaşmakta olan kan hacminin azalması, ikincisi de azalan kan hacmiyle birlikte vücuttaki alyuvarların sayısının da azalmasıdır.

Bu durum kanın oksijen taşıma kapasitesinin azalmasına neden olmaktadır. Kısa sürede gerçekleşen bir kanama sırasında vücut, kan hacminin 1/3′ünü kaybettiğinde ölüm olabilir. Buna karşılık, kan hacminin 2/3′ü 24 saatlik bir süre içinde kaybedildiğinde kişi ölmeyebilir. Kan kayıpları vücut dışına doğru olabileceği gibi, vücut içine doğru da olabilir. Örneğin yaralanmalara bağlı olarak gelişen kanamalar, sindirim kanalındaki ani ülser kanamaları ve damar anevrizmalarının yırtılması ani kan kayıpların-dandır. Ani kan kaybı anındaki hastada gelişecek belirtileri şöyle özetleyebiliriz. Hasta solgun ve terlidir. Nabzı hızlanmış, ama dolgunluğu azalmıştır. Tansiyon düşmüştür. Hastanın solunumu hızlanmış, ancak yüzeyseldir. Hastanın bilinci kanamanın şiddetine bağlı olarak değişikliklere uğramıştır. Bunlar hafif bir bilinç bulanıklığından derin bir komaya dek olabilir. Ani kan kaybının erken döneminde hastanın kan hücreleri incelenirse, alyuvarlar sayısında, hemoglobin miktarında ve hematokrit değerinde herhangi bir bozukluğa rastlanmaz. Çünkü kanama sırasında hasta, kan sıvısıyla kan hücrelerini aynı oranda kaybetmiştir. Ancak hastanın vücudundaki kan miktarı azalmıştır. Kanamadan birkaç saat sonra hastanın kanı yeniden incelendiğinde, bu kez alyuvarların sayısının, hemoglobin miktarının ve hematokrit değerinin düştüğü görülür. Bunun nedeni, damar içinde dolaşmakta olan kanın aniden azalması karşısında, dokulardaki hücreler arası sıvının bir bölümünün bu azalmayı giderebilmek amacıyla damar içine göç etmesi, böylelikle kanın belli bir ölçüde sulanmasıckr. Ani kanamada teşhise yardımcı olacak en değerli kan bulgularından biri de, kanamayı izleyen ilk birkaç-üç saat içinde gelişen “Lökositoz” ve “Trombositoz” tablolarıdır. Kanama sonrasında henüz alyuvarların sayısında, hemoglobin.miktarında ve hematokrit değerinde düşme saptanmadan, “Lökositoz” ve “Trombositoz” saptanabilir. Bilindiği gibi lökositoz, kandaki akyuvarların (lökositlerin) sayıca artmasına verilen addır. Lökositoz 35000 gibi yüksek bir değere ulaşmış olabilir. Akyuvarlar incelendiğinde bunların daha çok genç akyuvarlar olduğu görülür. Bu duruma “Lökosit formülünün sola kayması” denir,

Trombositoz, trombosit hücrelerinin sayıca artmasına verilen addır. 100 mi. kanda 1000000 kadar trombosit bulunabilir. Oysa normalde 100 mi. kanda 150000-400000 trombosit, 5000-10000 lökosit (alyuvar) vardır.

Kanamayı izleyen birkaç gün içinde kan yeniden incelendiğinde, çok sayıda genç olgunlaşmamış alyuvarların kan dolaşımına katılmış olduğu görülür. Bu durum, kemik iliğinin kaybolan kan hücrelerini yerine koymak için gösterdiği çabaların kanıtıdır. Genç alyuvarlar (retikülositler), bu yapımın en değerli tanıklarıdır. Ani kanamaların tedavisinde ilk amaç; kanama deri yüzeyinden dışa doğruysa kanayan bölgeye baskı uygulayarak ya da kol ve bacaklardaki kanamalarda yaranın yukarısında bir bölgeden bağlanarak kanamanın durdurulmasıdır. Dana sonra hastanın en kısa yoldan bir hastaneye kaldırılması gerekir. Taşıma işlemi sırasında hastanın bacakları kalp düzeyinin üzerine çıkartılmalıdır. Eğer kanama vücut içindeki boşluklara doğruysa yapılacak ilk işlem, hastanın en kısa yoldan bir hastaneye kaldırılmasıdır. Bu sırada da hastanın, bacaklarının kalp düzeyinin üzerine yükseltilmesi gerekir. Bu girişim, bacaklardaki kanın vücudun daha önemli organlarına pompalanmasına yardım eder. Hastaneye ulaşan hastaya zaman kaybetmeksizin uygun bir serum, daha sonra da kan verilir. Bu sırada kanama odağı saptanıp tedavisine başlanır

KOLESTEROL

KOLESTEROL: Serumdaki normal değerler % 130 – 280 mg arasında değişmektedir. Koleste­rol düzeyleri yaşa bağımlı olarak artmakta ve er­keklerde kadınlara göre biraz daha fazla bulun­maktadır. Kandaki kolesterol düzeyleri, safra yol­larının tıkanmasına bağlı olan sarılıklarda, hipotiroidide, nefrotik sendromda, idiyopatik hiperkolesterolemide, ateroksklerozda ve gebelikte art­ma göstermektedir. Karaciğerin ağır hasarların­da, açlıkta, anemide ve hipertiroidide ise serum kolesterol düzeyleri azalmaktadır.

KOLESTEROL VE ARTERİYOSKLEROZ

Kolesterolün arteriyoskleroz oluşumun­daki etkisi Önemli bir tartışma konusu­dur. Birkaç yıl Önce neredeyse koleste­rol ile arteriyoskleroz özdeşleştirilmişti. Daha sonra önemini belki de gereğin­den çok yitiren kolesterol, günümüzde yeniden ele alınarak gerçek boyutlarda değerlendirilmeye çalışılıyor. Bu konu­da birçok deneysel veri vardır. Deney hayvanlarına yağ bakımından zengin bir beslenme rejimi uygulanınca, kan kolesterol düzeyi yükselir. Bu da, arteriyoskleroz lezyonlarına yol açar. Ger­çekten de, arteriyoskleroz görülmeyen toplumlarda yağsız beslenme alışkanlık­ları yaygındır. Bol yağlı besinler tüke­ten toplumlarda ise bu hastalık oldukça sık görülür. Amerika’ya yerleşmiş Ya­hudi ve Japonlar’da arteriyoskleroz sık­lığı Amerikalılar’la eşdeğerdedir. Bun­dan da anlaşılacağı gibi, hastalıkta ırk etkeninden çok yaşam ve beslenme alış­kanlıklarının Önemi vardır.
Şeker hastalığı, böbrek hastalığı ve ksantomatoz (nadir doğumsal bir hasta­lık) gibi kanda yağ düzeyinin yüksek ol­duğu hastalılara yakalananlarda arteri­yoskleroz yaygındır. Öte yandan miyelom gibi kanın yağ düzeyinin düşük ol­duğu hastalıklarda arteriyosklerozun gö­rülme oranı düşer. Özetle, beslenme de­netiminin arteriyosklerozdan korunma­da en, iyi yöntem olduğu söylenebilir.
KOLESTEROL VE GENEL OLARAK YAĞLAR

Beslenmede kolesterolün tehlikesini vur­gulayan çelişkili veriler vardır. Koleste­rol bakımından zengin besinlerin kan ko­lesterol düzeyini yükselttiği, kolesterol içermeyen besinlerin ise kan kolesterol düzeyini etkilemediği anlaşılmaktadır (çünkü karaciğer başta olmak üzere bir­çok dokuda kolesterol bireşimi sürer). Gerçek tehlike, yalnızca kolesterol ile onu taşıyan beta-lipoproteinlerin kanda­ki düzeyinin yüksek olması değil, bu yüksek düzeyin uzun süreli olmasıdır.
Kesinlikle yağ içeriği düşük besin­ler tüketilmeli ve yağlar çok çift bağlı doymamış yağ asitleri bakımından zen­gin olmalıdır. Bu nedenle koyun, kaz, ördek ve domuz etleri, salam, sucuk, süt, peynir, dondurma, tatlı vb besinler az tüketilmelidir.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Meyan Kökü Faydaları

Meyan nedir ve meyan kökü faydaları nelerdir?

Meyan bitkisi M.Ö 2000 yıllarından itibaren kullanılmaktadır. Bugünde meyan kökü kullanımı ve meyan hakkında araştırmalar sürekli yapılmaktadır. Meyan güçlü bir besindir. İçindeki maddeler ayrı ayrı ilaç olabilecek niteliktedir. Meyan kökünün içinde tıbbi ilaçlarda kullanılan kumarin izoflavan gibi maddeler bulunmaktadır. Meyan kökünün tıbbi ilaçlarda kullanımı oldukça fazladır.

Meyan Kökü Faydaları Nelerdir?
Meyan (Glycyrrhiza glabra) hakkında yapılan birçok araştırma onun insan sağlığına olan etkilerinin tespitini sağlamıştır.

Ülser için şifalı bitkiler : Mide bağırsak sorunlarında meyan çok iyi bir yardımcıdır. Ülser ve gastrit sorunları için kullanılmaktadır. Meyan kökünün içinde carbendoxolane gibi ülseri tedavi edici maddeler bulunmaktadır.

Ülser için 200-600 mg meyan kapsüllerinin 6 haftayı geçemeyecek şekilde kullanımı önerilmektedir.

Yapılan çalışmalarda meyanın mide ülserinin midede yayılmasını engellediği ve ülserin büyüklüğünü ciddi oranda azalttığı belirlenmiştir. Onikiparmak bağırsağı ülseri ile ilgili meyanla yapılan bir araştırmada da meyanın ülserle ilgili kullanılan kimyasal ilaçtan daha çabuk yarar sağladığı tespit edilmiştir.

Alman Sağlık Bakanlığının bitkisel preparatların hazırlanması ve ruhsatlandırılmasından sorumlu E Komisyonu meyan kökünün balgamlı öksürük, mide ülseri ve karın ağrılarına karşı kullanılabileceğinin belirtmiştir.

Bronşit için şifalı bitkiler : Bronşite iyi gelen bitkiler arasında önemli yeri olan meyan gögsü yumuşatıcı ve balgam söktürücüdür. Bronşit ve ciğerdeki balgamı akışkan hale getirir.

Şifalı bitkiler soğuk algınlığı : Meyan kökü bitkisinin öksürük kesici etkisi vardır. Soğuk algınlığı içinde yararlanılabilir. Soguk algınlığı septomlarını iyileştirici etkisi bir diğer meyan kökü faydası olarak belirtilebilir.

Yangı giderici, kortizona benzer bir etkisi tespit edilmesine rağmen kortizonun göstermiş olduğu yan etkileri göstermemektedir.

Meyan kökünün Vücutta virüslere karşı etki gösteren interferon düzeyini artırdığına dair araştırmalar bulunmaktadır.

Meyan kökünün içeriğinde güçlü antioksidan özelliğiyle bilinen flavonoidler de yer alır.

Almanyada meyan kökü ile yapılan bir araştırma meyanın sars virüsünün çoğalmasını engelleyici etkide bulunduğunu göstermiştir.

Arterit ağrıları için yararlıdır.

Meyan kökü bitkisi menopozun semptomlarını tedavi etmek için kullanılabilir.

Spazm çözücü etkisi meyan kökünün yararları arasındadır

Meyan çayı kabızlık sorununa yardımcı olabilir

Yorgunluk gibi şikayetlerde kuvvet verici etkisinden dolayı tonik olarak kulanılabilir.

Sağlıklı olmak ve hastalıklardan korunmak isteyen herkes meyan kökünü kullanabilir.

Meyan Nasıl Kullanılır?
Meyan kökü çayı ve meyan kapsülleri şeklinde alınabilir. 100-520 miligramlık kapsülleri vardır.

Meyan çayı : Yarım kahve kaşığı kıyılmış meyan kökü üstüne bir fincan kaynar su döküldükten sonra 5 dakika demlenir ve süzülerek içilir.

Meyan balı : Meyan balı meyan köklerinin kaynar suyla karıştırılmasından sonra alçak basınçta yoğunlaştırılması yoluyla yapılır. Siyah renkte sert bir yapıdadır. Toz veya çubuk halde satılır.

Özelikle güney illerimizde meyan şerbeti kullanımı oldukça yaygındır.

Meyan kökü geleneksel Çin tıbbında da kullanılan bir bitkidir. Meyan ekstresi Avrupa ve Amerikada da eczanelerde satılmaktadır.

Meyan Kökünün Zararları Varmıdır?
Meyan kökünün faydaları meyan kökünün kullanımı nın bilinçli şekilde uygulanmasından geçiyor.

Sürekli ve yüksek miktarda alımından kaçınılmalıdır. Altı haftadan daha uzun bir süre yüksek miktarda alımı toksik etkiye neden olabilir. Kullandıktan sonra 3 hafta ara verilmesi tavsiye edilmektedir.

Günlük en yüksek doz -600 mg glisirizin- aşılmamalıdır!

Meyan kökü kullanımı potasyum kaybına yol açabileceği için potasyum içeren yiyecekler de alınmalıdır.

Yüksek tansiyona sebep olabilir. Tansiyon ilacı kullananlar aynı anda meyan kökü kullanmamalıdır.

Kalp hastalarının kullandığı ilaç olan Digoxin alanlar meyan otu kullanmamalıdır.

Vücutta sıvı birikmesine yol açabilir.

Böbrek rahatsızlığı bulunanlar kullanmamalıdır.